Yeni bir yıla adım atarken 21. yüzyılın ilk çeyreği de geride kalmış olacak. Geride bıraktığımız yıl özel mülkiyet rejimin içinde bulunduğu duruma dair önemli göstergeler açığa çıktı. Yeni bir sürece girdiğimiz anlaşılmaktadır. Öyle ki 21. yüzyıla girerken, 20. yüzyılın son çeyreğinde sosyalist maskeli modern revizyonist iktidarlar yüzlerindeki maskeyi çıkarıp atmış ve kapitalist kampa açıktan ilhak etmişti. Burjuvazi “sınıflar mücadelesinin bittiği” ve “tarihin sonunun geldiği” propagandasıyla “zafer” ilan etmişti.
Kapitalizmin merkezlerinde bir dönem sosyalist kampın baskısıyla propaganda edilen “sosyal devlet” kavramı hızla terkedildi. “Neoliberal küreselleşme” politikalarıyla başta işçi sınıfı olmak üzere halka verilmek zorunda kalınan kısmi haklar budandı ve geri alındı. Emperyalist kapitalizm aynı zamanda bu süreci uluslararası alanda yeni bir iş bölümünün hayata geçirilmesi olarak ele aldı. Emperyalizme bağımlı yarı sömürge ülkeler bu iş bölümü temelinde yeniden örgütlendi. Örneğin Türkiye ekonomisi, AKP’li yıllar olarak tanımlanan bu süre içinde, emperyalizmin “neoliberal” politikalar ve “serbest pazar” adı altında uygulamaya koyduğu politikalara göre şekillendi.
Ancak kapitalizmin ilan ettiği “zafer” kısa sürdü. 2008 yılında yaşanan küresel mali kriz, işlerin pek de istenildiği gibi gitmediğini gösterdi. Nitekim gelinen aşamada küresel ekonomi, durgunluk ve yavaş büyüme içinde sıkışmış durumdadır. Tüm kapitalist merkezlerin ekonomileri, giderek artan resesyon tehdidiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Küresel ekonominin yavaş büyümesi, 2008 finans krizinden bu yana yaklaşık yirmi yıldır devam ediyor. Bu gerçeklik kapitalist üretim tarzı açısından bir fay kırığına işaret ediyor. Bu durum aynı zamanda kapitalist merkezlerin artan kamu borçları ve altın fiyatlarının yükselmesiyle birlikte yeni ve daha kapsamlı bir ekonomik krize (Büyük Depresyon) işaret ediyor. 21. yüzyılın ilk çeyreğinin bize gösterdiği budur. Bu aynı zamanda önümüzdeki yılların nasıl şekilleneceğine dair önemli bir işarettir.
Bu gerçeklik kapitalizmin merkezlerinde eskinin söylemlerinin hızla terk edilmesini, örneğin “serbest piyasa” söyleminin yerini “gümrük vergileri”nin yükseltilmesiyle “korumacılığa” bırakıyor. Emperyalist tekeller arasındaki rekabet ve pazar dalaşı keskinleşiyor. Buna paralel olarak Kapitalist merkezlerde “aşırı sağ” adı verilen gerçekte ırkçı, göçmen ve mülteci, kadın ve LGBTİ+ düşmanı, faşist hareketlerin önünün açılması, kimi ülkelerde iktidar ya da iktidar ortağı olmasını doğuruyor. Alt yapıda yaşanan gelişmeler üst yapıyı belirliyor. “Savunma Bakanlığı”nın adı gerçek anlamına yani “Savaş Bakanlığı”na kavuşuyor. Burjuvazi son hızla yeni bir paylaşım savaşına hazırlanıyor.
Bu açıdan emperyalist tekeller arasındaki rekabetin yeni bir emperyalist savaşa dönüşmesi riski bugün açık ve net bir şekilde karşımızdadır. Özellikle bölgesel olarak yaşanan çatışmaların topyekûn bir emperyalist paylaşım savaşını tetikleme riski bulunmaktadır. Bu riskin varlığı beraberinde emperyalist tekeller arasında rekabetin yer yer silahlı çatışmalara (Ukrayna, Orta Doğu vb.) evrildiği koşullar, yeni bir emperyalist paylaşım savaşının hazırlıkları anlamına gelmektedir. Bu nedenle emperyalist tekeller arasındaki rekabet şimdiki durumda savaş dışı yöntemlerle sürdürülmekle birlikte, esas olarak savaşa hazırlanılmaktadır.
Emperyalist tekeller arasında rekabetin keskinleşmesi, kapitalizmin krizinin süreklileşmesi ve kâr oranlarının düşmesi beraberinde sınıf mücadelesinin sertleşmesini de getirmektedir. En burjuva demokratik ülkelerden, yarı sömürge ülkelere değin işçi sınıfı mücadelesi ve kitle hareketlerinin terörize edildiği, faşist baskı ve zor aygıtlarıyla bastırılmaya çalışıldığı bir sürece geçilmiş durumdadır. Başta komünist hareket olmak üzere, ilerici ve devrimci güçler, kurulu düzene muhalif en küçük itirazlar bile bile tehdit olarak görülmekte, her yol ve yöntemle bu güçler tasfiye edilmeye çalışılmaktadır. Yeni bir paylaşım savaşına hazırlanırken deyim yerindeyse ‘saha temizliği’ yapılmaktadır.
Uluslararası alanda yaşanan bu süreçten Türkiye’nin etkilenmemesi düşünülemez. T.C. devletinin kuruluşundan günümüze emperyalist mali sermayeye bağımlı yapısı ve yarı sömürge karakteri, başta ekonomik alt yapı olmak üzere bunun üzerinden kendini var eden üst yapının, emperyalist sermayenin uluslararası alanda yönelimi ve iş bölümüne göre şekillendi. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılı “AKP’li yıllar” olarak yaşandı. AKP hükümetleri döneminde gerçekleştirilen özelleştirmelerin tüm cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleştirilen özelleştirmeleri katbekat aşan bir kapsamada olması gerçeği bunu şekillenmenin sonucudur.
Geride bıraktığımız T.C. devletinin iç ve dış politikada uluslararası alanda yaşanan gelişmelerden doğrundan etkilendiği bir yıl oldu. Ekonomik krizi aşma adı altında Mehmet Şimşek programıyla zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul oldu. Milyonlarca insan ay sonunu nasıl getireceğim derdi içindeyken, yoksulluğun kitleselleştiği ve geniş kitlelerin açlık koşullarında yaşamak zorunda bırakıldığı bir yıl oldu.
İşçi sınıfına dayatılan yoğun sömürü ve iş cinayetlerinin yanında son olarak açıklanan asgari ücret oranından gösterdiği üzere işçi sınıfına açlık, katliam ve sömürü düzeni dayatıldı. Kadınlar katledilmeye ve LGBT+’lara yönelik nefret söylemleri propaganda edilmeye devam etti. Maden ya da enerji üretimi adı altında doğa ve çevreye yönelik talan ve yağma saldırıları sürdü. Saldırılar sadece halka ve doğaya yönelik gerçekleşmedi. Sokak hayvanlarının toplatılması ve katledilmesine kadar uzandı.
Geride bıraktığımız yıl Kürt ulusal sorunu bağlamında atılan kimi adımların yaşandığı bir yıl oldu. A.Öcalan’ın çağrısından sonra Kürt ulusal hareketinin kendini feshetmesi ve silah bırakması önemli gelişmelerdi. Kürt ulusal hareketinin bu adımlarına rağmen T.C. devletinin somut bir adım atmadığını da kaydetmek gerekir. T.C. devleti açısından başlatılan sürecin uluslararası alanda yaşanan gelişmelerden bağımsız olmadığı açıktır. Nitekim bu süreci “iç cepheyi tahkim etmek” olarak tanımlamaktadırlar. İçerde ‘Kürtlerle barıştan’ bahsedenlerin, Suriye’de Kürtlerin kazanımlarına yönelik tutumları, meseleye yaklaşımlarını özetlemektedir.
Öte yandan geride bıraktığımız yılın Türk hâkim sınıfları arasında iktidar mücadelesinin kuvveden fiile çıktığı ve mahkeme salonlarına taşındığı bir yıl oldu. İktidarın yargı sopasını kullanarak ana muhalefet partisine yönelik “yolsuzluk ve terör” operasyonları, tutuklama saldırısı önümüzdeki süreçte de gündemde olmaya devam edecektir.
Bu sürecin aynı zamanda kitlelerin mücadelesi açısından geride bıraktığımız yılın en önemli pratiğini tetiklediğini ifade etmek gerekir. Beyazıt’ta üniversite öğrencilerinin önüne dikilen polis barikatının yıkılıp geçilmesi, süreç boyunca açığa çıkan gençlik eylemleri ve dahası 1 Mayıs meydanlarına da yansıyan genç ve militan bir kitlenin varlığı gelecek yıl açısından önemli bir avantajdır. Dahası bu eylemlerin kitlelere öğrettiği şu ders önümüzdeki süreçte daha çok dillendirilecektir: “Kurtuluş sandıkta değil sokakta!”









