Son on gün içinde barış ve demokratik toplum sürecine ilişkin önemli gelişmeler yaşandı. Yaşananların kendisi ve kısa sürede gerçekleşmesi, sürecin hızlanacağını bekleyenleri doğrulamıştır.
Devlet adına TBMM üyelerinden oluşan üç kişilik bir heyetin, Kürt Halk Önderi Sayın Öcalan ile görüşmesi, sürecin ilerlemesini sağlayan önemli bir adım olmuştur.
Ayrıca “Abdullah Öcalan Sosyal Bilim Akademisi” üyesi Sayın Duran Kalkan’ın Medya Haber TV’de yayınlanan röportajı, sürecin doğru anlaşılmasına büyük katkılar sunmuştur.
Sayın Kalkan sürece, sıradan ve” sırtında yumurta küfesi taşımayanların” sorumsuzluğuyla yaklaşmadıklarını, ayrıca sürecin alternatifinin “savaşın kat kat fazla tırmanması ve felaket demek” olduğunu; bunun için barışa ve demokrasiye stratejik değer verdiklerini ve sürecin başarısı için birçok adım attıklarını ifade etmiştir. Aslında Sayın Kalkan, röportajda kullandığı, “Biz önemsiyoruz ama…” ifadesiyle durumu çok iyi özetlemiştir.
Bu arada siyasi partilerle görüşerek süreci olgunlaştırmaya çalışan DEM Parti heyetinde Pervin Buldan’ın konuşmasına Bahçeli’nin, “her satırının altına imzamı atıyorum” demiş olması değerliydi. Çünkü Bahçeli, bu ifadesiyle, Sayın Buldan’ın konuşmasında geçen “barış yasasının çıkartılması şart” ibaresini de imzalamış olmaktadır. Bugüne kadar barışa fersah fersah uzak durmuş olan Bahçeli’nin, “barış yasasını” kabul etmesi, sıradan bir durum olarak görülemez. Bütün bunlar anlamlı ve önemli gelişmelerdir.
Buna rağmen devlet adına konuşan bazı yetkililer, Sayın Öcalan’ın ve PKK yetkililerin ve DEM Partililerin, sürece ilişkin olarak gösterdikleri bu özeni göstermemektedirler. Tam tersine sürece sorunlu bir tutumla yaklaşmaktadırlar.
Devletin bu şekilde davranmasına yol açan, söylem ve eylemlerini belirleyen algı şudur: Devlete göre “ortada bir terörist örgüt var. Örgüt silahlarını yakarak silahlı mücadeleyi bıraktığını söylese de buna inanmıyoruz. Bunun için MİT’in ve TSK yetkililerinin PKK’nin silah bıraktığını tespit etmesi gerekiyor. Rojava’da Kürtlerin örgütlü ve silahlı gücünden de rahatsız oluyoruz, onlarda silah bırakarak HTŞ’ye teslim olacaklar.
Böylece “silahlar tamamen bırakıldıktan ve sistematik terör yok edildikten” yani “son terörist dağdan indikten sonra” bazı “reformcu yaklaşımlarla demokratik siyaset alanı” genişletilebilir, denilmektedir.
Bu bakış açısına göre toplumlar, daha doğrusu Kürtler, gasp edilmiş özgürlüklerini kazanmak için silahlı mücadeleye başvurmamalıdırlar, bu yolla özgürlüklerine “asla ulaşamayacaklardır.” Hatta “hukuk ve demokrasi yoluyla” da özgürlüklerini kazanabileceklerini de düşünmesinler”, denilmektedir. Ayrıca “milli devletin hiçbir esası tartışma konusu değildir” denilerek devlet, tanrısallaştırılmaktadır.
Böyle düşünen bazı yetkililer, Kürt dinamiklerinin devletin lütfettiğiyle yetinerek, gerillanın dağdan inmesini, tutsakların, infaz yasasında yapılacak indirimlere razı olmasını, sürgünlerin belirsiz bir geleceği kabul ederek dönmesini, Rojava’nın harakiri yaparak intihar etmesini istemektedir. Bu söylemlere bir de fena halde “korkutucu” tehditler eklenmektedir.
Devletin algısı ve algısına uygun geliştirdiği tutumu budur. Hem devlet adına konuşanların söyledikleri ve yazdıkları hem MHP’nin basına yansıyan komisyon raporu bunu göstermektedir.
Bu tutum iki noktada sorunludur. Birincisi, devlet ve anayasa, tanrısal olgular değildirler. Dolayısıyla adil, eşit, özgür ve barış içinde bir toplumsal yaşam için devletler ve anayasalar değiştirilebilirler. Hatta bazen Türk devletinde olduğu gibi, devletin değişmesi zorunlu da olabilir.
Devlet, böyle bir değişim ihtimalin yarattığı basınçtan korktuğu için “mezarlıkta ıslık çalmakta” ve bütün politikasını bu gereksiz korkulara göre geliştirmektedir.
İkincisi bu söylem, devletin, sürecin zorunlu ihtiyacı olan “demokratikleştirme” gerekliliğinde kaçmaya çalıştığını düşündürüyor. Devlet böyle yaklaştığı için demokratikleşme taleplerine agresif tepki göstermekte, demokrasi güçlerine yönelik anti- demokratik saldırılar yapmakta ve her şeyden korkan insanların refleksiyle, olabilir durumlara bile “olmaz” diye yaklaşmaktadır.
Buna rağmen sürece ilişkin olarak şu ana kadar yaşanan ilerlemeler Sayın Öcalan’ın özenli, yaratıcı ve ön açıcı yaklaşımlarıyla ve diğer Kürt dinamiklerinin bu yaklaşıma uygun davranmalarıyla sağlanmıştır.
Sürecin gerektirdiği gibi ilerlememesi, toplumsallaşmaması ve aksaması, devletin bu sorunlu yaklaşımından kaynaklanmaktadır. Çünkü sürecin başarısı, devletin korkularından arınmasını ve demokrasiden kaçınmamasını zorunlu kılmaktadır.
Sürecin bundan sonra istenen hızla gelişmesi ve istenen demokratik barışın gerçekleştirilmesi, kitlelerin sürece ağırlıklarını koymalarıyla sağlanacaktır. DEM Parti’nin bu yönlü çabaları önemli ve değerlidir. Bugün demokrasi, özgürlük, adalet ve barış isteyen her toplumsal – politik çevrelerin yapmaları gereken, DEM Parti’nin ve Kürt halkının bu mücadelesine azami desteği sunmak olmalıdır. Zira demokrasi ve barış hepimiz içindir.









