Hayatı boyunca ezilenlerin yanında saf tutan ve bedelini sürgünde, cezaevlerinde ödeyen bir devrimci; sinema oyuncusu, senarist, yönetmen ve yazar Yılmaz Güney 82.doğum gününde de çeşitli etkinliklerle anıldı. Yaşasaydı 82 yaşında olacaktı. “Herkes bir gün ölür, kimi toprağa, kimi yüreklere gömülür.” Demişti. O yüreklere gömüleceğini biliyordu.Çünkü hem sineması hem duruşuyla halkına adanmış bir yürekti. İnsanları taş duvarlar, demir parmaklıklar arasında terbiye etmeyi, onların düşüncelerini önlemeyi düşünen anlayışı boşa çıkarmış. İçerde de sürgünde de üretmesini bilmişti. Zamanın siyasi çalkantıları sırasında pek çok kez soruşturma geçirmiş ve hapse düşmüş ancak o mesleğini parmaklıkların ardında da olsa sürdürmeye devam etmiştir. Çünkü O; ‘Asıl hapishane insanın kafasında yarattığı hapishanedir. Hayatı sınırlayan hapishane odur ki, ilk fırsatta yıkılmalıdır. Dünyayı daha iyi kavrayabilmek için’ diyordu. Gerek eserleri, gerek bu yazıda olduğu gibi hakkında yazılanlar aradan yıllar geçse de sahiciliğinden hiçbir şey kaybetmedi.
***
O kendini kısaca şöyle tanıtıyordu: ’Bir sanatçı olarak Yılmaz Güney diye bilinirim. Asıl adım Yılmaz Pütün’dür. Adım, zorluklar karşısında eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez ve baş eğmez anlamına gelir; soyadım Pütün ise bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeği demektir. 1937 yılında, Türkiye’de, bir güney şehri olan Adana’nın Yenice köyünde doğdum. Kürt asıllı, topraksız bir köylü ailenin iki çocuğundan biriyim’ diye anlattığı yaşamı bir destan gibidir. Babası Siverekli, annesi Vartolu bir Kürt olmakla birlikte o kendisini asimile edilmiş bir Kürt olarak tanımlamıştır.
Daha ilk filmlerinden başlayarak izleyicinin karşısına Anadolu çocuğu karakterinin ezilen, hor görülen ancak suskun kalmayı kabul etmeyen, baskıcı otoriteye direnen yapısı, bu tiplerle kendini özdeşleştiren kesim tarafından kolayca benimsendi ve sevildi. Filmlerde canlandırdığı karakterler, yarattığı ve yansıttığı gerçeklerle paralel bir hayat yaşadı. Yılmaz Güney filmleriyle insanlara yaşadıkları hayatın sorumluluklarını işaret ediyordu. Adana’daki gençlik yıllarından sinemanın zirvesine yükselinceye kadar geçen her dönemde bunu bilinçli olarak amaçlamıştı. Türkiye’de oyuncu sinemasını, yönetmen sinemasına dönüştüren ilk adam olarak değerlendirilmesi boşuna değil. Gerçekten de belirtildiği gibi, oyuncuların değil, bir yönetmenin kitlelerce benimsenmesi belki de Türkiye sinema tarihinde bir ilki oluşturur.
***
O, sinemada yönetmen, senaryo yazarlığı ve oyunculuğuyla tanındı daha çok ama edebiyatçı kişiliğini de unutmamak gerekir. Yeni Ufuklar ve On üç gibi dergilere de öyküler yazan Güney, bir öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılanır ve 1961 yılında bir buçuk yıl hapis cezasına mahkum olur. 1971’de yayımlanıp 1972 yılı Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanan ‘Boynu Bükük Öldüler’, Yılmaz Güney romanları arasında kuşkusuz en başarılısıdır. Toplumsal sorunları, özellikle kırsal kesim insanlarının dramlarını anlatma eğiliminin roman yazımına egemen olduğu,Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Orhan Kemal gibi yazarların ustalık ürünlerini verdikleri, sosyalist düşüncelerin edebi alana yayıldığı bu yıllarda yazılan ‘Boynu Bükük Öldüler’, Halil ve Emine üzerinden 1950’li yılların Çukurovası’ndaki hayatı anlatır. Kendisinin de ifade ettiği gibi, teorik bilgisi zayıftır, ideolojisi netleşmemiştir; ama hikayesindeki insanları tanımış ve çok iyi gözlemiştir. Bu gözlemlerini gerçekçi ve içten bir yaklaşımla taşıyacaktır hikayesine. Ayrıca; Salpa, Sanık, Hücrem, Oğluma Masallar, Zavallılar, Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz, Sen ve Ötekiler adlı kitapları kaleme aldı. Sokaktaki adamın bakış açısıyla söylersek; “Adam devlete kafa tutmuş, hapse girmiş, kafasının tası atmış çekmiş devletin hakimini vurmuş, güzel kadınlarla evlenmiş, 12 Mart’ın en civcivli günlerinde Mahir Çayan’ları evinde saklamış, boyun eğmemiş, onuruyla yaşamış bir figür… Sevdiği kadının evinin önüne bir kamyon gül dökecek kadar da has Anadolu delikanlısı. Anısına saygıyla.