İpek Er’in babası Fuat Er ve ve İHD Eş Genel Başkanı Eren Keskin ile konuştuk:
Fuat Er: ‘Bu ‘cezanın’ neresinden memnun olabilirim ki… Yalnız kaldık. O zaman herkes vardı, ama şimdi kimse yok. Ailem perişan oldu, ama o adam kral gibi yaşıyor. Belki şu an devlet ona görev bile vermiştir. Herkese sesleniyorum: Bu adam niye dışarıda? Kızım niye mezarda?’
Eren Keskin: ‘Bugüne kadar adalet yerini buldu dediğim tek bir dava olmadı… Polis-asker-korucu cinsel işkencesine maruz kalanların davası hep cezasızlıkla sonuçlandı. Kendilerini muhalif olarak tanımlayanların mağdur seçiciliği var. Bu olduğu sürece mücadele hep eksik kalıyor’
Reyhan Hacıoğlu
Kadın kazanımlarına yönelik saldırıların yanı sıra kadın cinayetleri, taciz ve tecavüzler, şiddet gibi birçok vakada yargının cezasızlık zırhıyla karşı karşıya kalıyoruz. Katledilen, “kaybedilen” birçok kadın için adalet sağlanamadığı gibi yargıya yansımış birçok davada da aileler ve adalet arayanlar açılan davalardan ya sonuç alamıyor ya da bir noktada umudu kesip vazgeçiyor.
Özellikle Kürdistan’da, 90’lı yıllarda ve sonrasında, kadına yönelik şiddetin faillerinin devlet memuru, asker, polis ya da korucu olduğu hemen her durumda adalet arayışının karşısına “cezasızlığın” dikildiği görülüyor.
Dosyamızın bu bölümünde, Uzman Çavuş Musa Orhan tarafından tecavüze uğrayan ve intihara sürüklenen İpek Er şahsında, yargıdaki cezasızlığa ve devlet korumasına karşı adalet arayışını İpek Er’in babası Fuat Er ve İHD Eş Genel Başkanı Eren Keskin ile konuştuk.
İpek Er
İpek Er… 18 yaşında Êlihli (Batman) bir genç kadındı. Beşiri ilçesinde yaşayan İpek Er, 7 Temmuz 2020 tarihinde Siirt Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurarak, uzman çavuş olarak görev yapan Musa Orhan’ın kendisine tecavüz ettiği iddiasıyla şikâyetçi oldu. Şikâyetinden 9 gün sonra, 16 Temmuz 2020 tarihinde ise bir mektup bırakarak intihar girişiminde bulundu.
Ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılan İpek, 34 günlük yaşam mücadelesinin ardından hayatını kaybetti.
İpek’in intihar ettiği gün Savcılık soruşturmasıyla gözaltına alınan Musa Orhan, adli kontrol tedbiriyle serbest kalmış, iddianame ise 27 Temmuz’da hazırlanmıştı. Sosyal medya üzerinden yükselen tepkiyle mahkeme iddianameyi ve tutuklama talebini kabul etse de fail, kısa bir süre sonra, itirazla bir kez daha serbest kalmıştı.
Yapılan yargılamanın ardından “Nitelikli cinsel saldırı” suçundan verilen 12 yıl hapis cezası “iyi hal” indirimiyle 10 yıla indirilmiş, failin “kaçma şüphesi bulunmadığı” gerekçesiyle adli kontrol tedbiri uygulanarak tutuksuz yargılanmasına karar verilmişti. Buna karşı Orhan’ın avukatı sosyal medyada tutuklanmasını isteyen birçok isme “hakaret” davası açtı ve birçok isim para ve hapis cezasına çarptırıldı.
Dava, yerel mahkemenin verdiği indirimli 10 yıllık hapis cezası İstinaf Mahkemesi’nde onanırken, Yargıtay’daki süreci ise devam ediyor.
- Adalet arıyorsunuz. Davada bir ceza da verildi. Bu yeterli mi, adalet sağlandı mı?
Fuat Er: Bu “cezanın” neresinden memnun olabilirim ki… Yalnız kaldık. O zaman herkes vardı, ama şimdi hiç kimse yok. Ailem perişan oldu, ama o adam kral gibi yaşıyor. Belki şu an devlet ona en yüksek rütbede görev bile vermiştir. Bana söz verdiler, ceza verilecek diye. Bu ceza sadece 10 yıl mıydı?
- Adalet arayışınızda birçok kişi size destek verdi aslında…
Şöyle ki, kim destek verdiyse cezalandırıldı bir yandan da. İki sanatçı vardı (Ezgi Mola-Hazal Kaya). İki vicdan sahibi olan. Onlar o adamın hakkında konuştular, tuttular onlara da ceza verdiler. Bu mu adalet! Ben ağzımı açarsam onun arkasında devlet var, benim arkamda kim var? Beni de mahkemeye verip ceza verecekler. Ben de korkacak duruma gelmişim! O hale getirdiler…
- Sizce neden bu kadar az ceza verildi?
Benim ailem tek kaldı, ne arayan ne soran var. Ne Bakan ne Cumhurbaşkanı, kim var ki. Ama onun hakkında ağzını açan ceza alıyor. Devlet koruyor onu, ne diyeyim. O zaman dediler ki devlet bu davayı unutturmaya çalışıyor. Daha yenidir, eskisini unutturacak. Zaten üstünü kapatıp gidecek, dediler, öyle de oldu…
- Peki, ne olacak?
Öyle bir soru sordun ki! Hem canım gitmiş hem ailem perişan… Ama o adam Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin içinde kral gibi yaşıyor.
Eğer benim mahkemem 10 sene devam etseydi. Peşinden gidip gelirdim. Bir şey elde etmek için. Bilseydim böyle olacak o zaman ben ne mahkemeye başvururdum ne avukat tutardım. Neden adalet yerini bulmuyor?
Ben herkese sesleniyorum: Bu adam niye dışarıda? Benim kızım niye mezarda, ölü olarak yatıyor? Bu adalet değil, adalet değil, adalet değil!
Hakkımda 15 dosya açılmış durumda. Gittim kâtip dedi “Fuat amca dosyaların var, bir avukatı varsa gelsin. Senin tahsilin yok, sen anlayamazsın içeriklerini.” Avukatımı aradım, ilgilenmedi. Şimdi ben nereye gideyim…
Sana bir şey söyleyeceğim.
- Buyrun
O adamın avukatı defalarca aileme hakaret etti, dedim şikâyetçi olacağım. Bizim avukatlar dedi mahkemeye verdik, 20 avukatım vardı ama sonuç alamadık! Bu nasıl oluyor? Ben sana soruyorum bu nasıl bir adalet? Sence bir şey çıkacak mı ki? En sonunda beni de cezalandırmasınlar mı?
Ne yazık ki size bunun garantisini veremem. Bu ülkede adalet açısından hiçbir şeyin garantisi yok ama siz mücadele ederken bizlerin de görevi bu arayışta yardımcı olmak, sesinizi duyurmak… Adaleti sağlamak için size ses olmak!
Mağdur seçiciliği yapıldıkça…
İpek Er’in yaşadığı ne yazık ki ilk değildi. Kürdistan’da özellikle 90’lı yıllarda onlarca kadın buna maruz kaldı, dosyalar rafa kaldırıldı. İpek Er davasının “hukuki” sürecini ise 90’lı yıllardan bu yana Kürdistan’da birçok benzer davayı takip eden İHD Eş Genel Başkanı Eren Keskin’e soruyoruz.
- İpek Er davasında adalet sağlandı mı?
1997’den bu yana İpek Er’in dosyası gibi çok fazla dosya gördük. Ev baskınlarında, köy baskınlarında, toplu gösterilerde polis-asker-korucu şiddetine ve cinsel işkenceye maruz kalan çok sayıda kadının avukatlığını yaptık, ama bugüne kadar tek bir fail bile ceza almadı. Sadece Batman’da, Remziye Dinç 3 korucunun tecavüzüne maruz kalmıştı ve bir çocuk dünyaya getirmişti. O çocuğun babasının koruculardan biri olduğu tespit edilmiş ve o korucuya o da çok küçük bir ceza verilmişti.
İpek Er özellikle Kürdistan’da yaşanan bu mağduriyetlerin bir simgesi ve İpek Er dosyasının şöyle bir farkı var, kendi delilini bıraktı. Yani birçok kadın hiç konuşmadı, konuşamadan yaşama veda eden çok sayıda kadın var, hala hiç konuşmayan kadınlar var…
İpek Er’in dosyasının bu noktaya gelmesi bizim istediğimiz bir sonuç olmadı, ama bu noktaya gelmesi bile bir şey. Çünkü yaşadıklarının tamamını anlatan bir mektup bıraktı, aslında o mektup olmasaydı bu sonuç da olmayacaktı, ama yine bize göre büyük bir cezasızlık söz konusu.
İstinaf onasa da Yargıtay’ın bozma ihtimali de çok yüksek… Kaldı ki bu adam hala aynı faaliyetlerine devam ediyor bence.
İpek Er dosyası bana hep Batman’daki kadın intiharlarını hatırlatıyor. Çünkü 90’larda İpek’in cesaretini gösteremeyen -çok haklı olarak, yani o zamanlar çok korkunç bir süreç yaşanıyordu, onlarca kadın vardı. O intiharların hepsinin arkasında İpek Er’in yaşadığı hikâyeler vardı.
Biz bunların o dönem tespitlerini yaptık ama konuşmadıkları için kadınlara saygı göstermek zorundaydık. Böyle de birçok dosya hiç sorgu bile yapılmadan, soruşturma bile yapılmadan kapanıp gitti. Bu bir devlet politikası. Buna böyle bakmak gerekiyor.
- Bu tür dosyalarda faillerin asker, polis, korucu vs. olmasının etkisi ne oluyor?
Cezasızlık. Mesela çok örnek dosyalardan biridir, Ş.E davası olarak biliniyor. Bir dönem, 90’lar yani 92-97 arası özellikle Mardin bir pilot bölgeydi. Ve o bölgedeki komutan Musa Çitil’di. Musa Çitil birçok kadına gözaltında cinsel işkence uyguladı. Bunlardan biri Ş.E. Ve hem Ş.E’ye hem de annesine gözaltında tecavüz ediliyor. Ve bu kadın yıllar sonra konuştu. O dönem bir kadın savcı büyük bir cesaret göstererek Musa Çitil başta olmak üzere 405 askere dava açtı. Bu büyük bir olay oldu ve biz davaya girmeye başladık.
Tabii ki dava hemen Mardin’den alındı. Yani devlet güçleri yargılandığı zaman davaları böyle kaçırıyorlar. Çorum Adliyesi’nde görüldü. Ve tabii ki hepsi beraat ettiler. Peki, ne oldu sonra? Musa Çitil, Sur-Cizre olaylarında yine komutan olarak ve daha da görevi yükseltilmiş olarak karşımıza çıktı.
- 90’lardan bu yana hiçbir dosyada adalet sağlanmadı mı yani? Nispeten bir ceza bile…
Bugüne kadar adalet yerini buldu dediğim iç hukukta tek bir dava olmadı…
- Bütün kadın davalarının ama özellikle Kürdistan’da kadınlara yönelik saldırıların ki özel savaş olarak da tanımlanıyor, önemli bir ayağı yargı mı?
Kesinlikle yargı. Zaten bu bir sistematik. Yani hepsi bu sistematiğin parçaları. Suçlu olan sadece işkence yapan polis, asker, korucu ya da herhangi bir devlet görevlisi değil. Onları yeterince sorgulamayan savcılar, yeterli davaları açmayan ya da dava açılsa bile beraat kararı veren hâkimler. Ve işkenceyi belgelemeyen adli tıp hekimleri. Devlet politikası olduğu için de bence hiçbirinin suçu diğerinden az değil.
- Bu kadar sorunun yaşandığı bir ülkede, bir coğrafyada bir adaletten nasıl bahsedeceğiz peki?
Cumhuriyet öncesinden bu yana tanıdığımız ittihatçi bir devlet yapısı var. Ama bunun karşılığında ben en büyük problemin muhalefette olduğunu düşünüyorum. Çünkü şunu görüyoruz: Böylesine baskı ortamında bile eğer ses çıkarırsanız ve yeterli güçlü bir ses çıkarırsanız bazı sonuçlar alınabiliyor. Ama bizim coğrafyamızda maalesef kendilerine muhalefet dedikleri halde Kürt meselesi söz konusu olduğunda devletten hiç de farkları olmayan bir muhalefet kesimi var.
Ben bu örneği her zaman veriyorum. Türkiye’nin herhangi bir şehrinde işte diyelim ki arabada şortla bir genç kız otobüse biniyor ve şiddete maruz kalıyor. Bütün Türkiye’deki kadın örgütleri haklı olarak ayaklanıyorlar, ayaklanıyoruz.
Ama örneğin Ekin Van’ın vücudu çırılçıplak teşhir edildiğinde ve bir savaş suçu işlendiğinde genel olarak sadece Kürt kadınlar dışında kimseden ses çıkmıyor.
İşte bu sesin, bir grup feminist kadın yaptılar, bunu ayrı tutuyorum ama küçük bir kısım. Kendilerini muhalif olarak tanımlayanların mağdur seçiciliği var. Bu olduğu sürece mücadele hep bir tarafından eksik kalıyor.
- İpek, Gülistan, Narin ve Rojin gibi onlarca kadın… Toplumsal adalet nasıl sağlanacak?
Bu örneklerde kadınların ölümünün, öldürülmesinin, katledilmesinin ardında yatan tek bir şey var: Toplumsal cinsiyetçi bakış açısı. Narin olayı o kadar net ortaya çıktı ki. Bir erkek çocuğun işlediği, kendilerince namus olarak kabul ettikleri şey uğruna bir kız çocuğu kurban edildi. Bütün bu dosyalarda aynı şey geçerli.
Ben en büyük meselenin kendi içimizdeki bu erkek egemenlik duvarını yıkmak olduğunu düşünüyorum. Çünkü devletin en büyük özelliği erkek oluşu. Bütün dünyada zaten böyle erkek egemen değer yargıları var. Bakın 1. ve 2. Dünya Savaşları’ndan sonra binlerce kadın savaş suçu olarak tecavüze maruz kalmış. Ama bu savaşlardan sonra kurulan Tokyo ve Nürnberg mahkemelerinde kadına yönelik şiddet konuşulmamış bile, savaş suçu olarak.
Burada kadın mücadelesinin çok büyük bir önemi var. Ben kadın mücadelesinin bu coğrafyada biatsız en büyük mücadelelerden biri olduğunu düşünüyorum. Kürt hareketi, kadın hareketi, LGBT+ hareketi ve savaş karşıtı hareketler. Bunun dışındaki tüm hareketler maalesef ki üzerlerine düşeni yapmıyorlar.
Devletin dili ne zaman sertleşirse, ne zaman ötekileştirici dil kullanırsa, ırkçı milliyetçilik güçlenirse kadına yönelik şiddet de artıyor. O nedenle zaten biz kadına yönelik şiddet politiktir, diyoruz ve buna karşı mücadele ediyoruz, etmeliyiz.
YARIN: Gülistan Doku davası, ‘kaybettirme’ politikaları, adalet arayışında kadın mücadelesinin önemi