Geçen yıl göçmen işçi Nourtani, sahibi MHP yöneticisi olan kaçak bir maden ocağında çalışırken iş kazası geçirdi ya da ağır çalışma koşulları nedeniyle fenalaştı. Olması gereken onu hızla hastaneye kaldırmak, müdahale edilmesini sağlamaktı. Ama bu yapılmadı. Kapitalist vampirin normalleriyle hareket edildi. Öyle ya, yasa üzerinde o işletmeleri denetlemekle mükellef devletin gözetimi altında sayısını bile bilemediğimiz kadar çok kaçak maden ocağının varlığı normal mi ki fenalaşan ya da yaralanan bir işçiyi hastaneye yetiştirme çabasına girmemek anormal olsun. Maden patronu da bunu biliyordu. Ama yine de söylenen o ki “ocağım kapatılır” kaygısına kapılmıştı. Birkaç günlük kayba bile tahammülü yoktu anlaşılan. O yüzden de işçiyi hastaneye götürmek yerine ölmesini beklemeyi tercih etmiş, dahası öldükten sonra cenazesini nasıl yok edebileceklerini dert etmişti. Buz gibi bir vicdansızlıkla kapitalizm denilen canavarın mantığını kendisinde cisimleştirircesine henüz nefes alıp verdiği anlaşılan işçinin “sahipsizliğini”, “kimsesizliğini” daha doğrusu göçmen olması nedeniyle kimliksiz bedenini yakarak ortadan kaldırmayı tercih etmişti. Hem de alelade bir iş yaparcasına sallana sallana benzin almış, Nourtani’yi bir tenhaya götürüp yanındakilerle birlikte yakmıştı. Yine alelade bir iş yapmış gibi gündelik hayatına devam etmiş hatta hiçbir şey olmamış gibi yemek yiyebilmişti.
Bu tüyler ürpertici cinayetin failleri de bekledikleri gibi mahkemelerce adeta aklandılar, ödüllendirildiler. “Bekledikleri gibi”, çünkü önceki iş cinayetlerine, işçi katliamlarına dair davaların akıbetini biliyorlardı.
Nourtani cinayeti artık Türkiye işçi sınıfının bir parçası haline gelmiş olan göçmen işçilerin nasıl bir sahipsizlik ve yalnızlık içinde olduğunu gösterdiği kadar patronlar sınıfının tam da bu nedenle nasıl canavarca bir sömürü hırsıyla hareket ettiklerini gösteren çarpıcı bir örnek oldu. Bu hırsın bireylerde cisimleşen hali farklı olsa da kolektif bir sınıf tutumunu ifade ettiğini, yaratılan ve daha da derinleştirilmek istenen emek rejiminin devlet politikası olarak işlediğinin açık ifadesi…
Sonra başka bir örnek düştü toplumun vicdanına. Çalık Holding denilen ve iktidar olanaklarını tepe tepe kullanarak tekelci sermayenin çekirdek güçlerinden birine dönüşen holding binasının önünde bir işçi döve döve öldürüldü. Medyadan başlayan serüvenini enerjiden iletişime, inşaattan tekstile hemen her sektöre yayılarak genişletip derinleştiren Çalık’ın Şişli gibi merkezi bir yerde bulunan binasının önüne 10 yıldır alamadığı tazminatını istemek için gitmişti. Daha önce de defalarca gidip muhatap bulmayarak dönen Erol Eğrek, yıllarca Çalık bünyesindeki işletmelerde çalışmıştı. En son Türkmenistan’daki tekstil fabrikasında elektrik-elektronik teknisyeni olarak iş yapmıştı. Yılların tazminatı vardı içerde. Ücretiyle yaşayan herkes gibi o da kazanılmış bir hak olan tazminatını istiyordu. Mahkemelere gitmiş, kazanmış ama sonuç alamamıştı. Çalık gibi sırtını iktidar olanaklarına dayayan kapitalist vampirler en hoyrat haliyle hakkına çökmüştü.
Son olarak holding önünde kafasına silah dayamakta bulmuştu “çareyi” ve bildiğimiz linç gerçekleşmiş, vücudunda kırıklar, morluk ve kesikler oluşacak ölçüde dövülmüştü.
Çalık Holding’in pervasızlığı bununla kalmadı, kapısının önünde koruma ordusunun linç ederek öldürdüğü işçiyi ölümünden de sorumlu tutan bir açıklama yapacak kadar ileri gitti.
Her açıdan tüyler ürpertici bir cinayet daha bu sefer gizli kapaklı bir soğukkanlılıkla değil; İstanbul gibi bir metropolün göbeğinde kameralar altında gerçekleştirilecek bir pervasızlık ve rahatlıkla işlendi.
Cinayet önümüze o kadar kahredici soru ve gerçeği koydu ki… Döve döve öldürülen işçi Erol Eğrek’in yıllarca uğraşmasına rağmen tazminatını alamaması, bu hakkı için bir başına çabalaması, en son çareyi kafasına silah dayayacak bir çaresizlikte bulması…
Örgütlü olmamamızı yani…
Bu sorular ve gerçeklerle hesaplaşırken üstüne bir de “ama o da AKP’liymiş, MHP’liymiş” tandanslı tanıdık ve hayli yaygın hezeyanlar düştü sosyal medya bataklığına. İşçinin böylesine hoyratça katledilmesi burjuvazinin hayalini kurduğu emek sömürüsü cehenneminin fotoğrafı olurken siyasi kimliği nedeniyle tutumsuz kalınması isteniyordu adeta. Siyaseti AKP karşıtlığına indirgeyen sığ mantık vicdansızlık olarak çıkıyordu burada karşımıza. “Gölcük depreminin ardından “içki içen laiklere Allah cezasını verdi” diye karşılayan İslamcı fanatizmle “ilerici” maske takan bu fanatizm arasında özsel hiçbir fark olmadığını görmüş olduk böylece.
Oysa anlatılan kendi hikâyesiydi bir bakıma. Çünkü yaratılan despotik emek rejimin çarpıcı bir fotoğrafıydı yaşananlar, yarın kendisinin de o fotoğrafın içine girmemesinin ise hiçbir garantisi yoktu. Siyasi ya da başka bir kimliğinin bir önemi olmadığı gibi!
İşçi Eğrek’in “yalnız” haliyle ağızlarındaki baklayı çıkaramasalar da ucunu gösteren bu tutumun kendisi aynı noktada kesişiyor oysa: Bir sınıf olamama halidir bu!
“Tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa karşı ortak mücadele yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirlerine düşmandırlar” der Marx. Biz ona “ideolojik-siyasi hegemonya”yı da eklemeliyiz.
Bu halin aşılmasının ancak bir sınıf olarak kendi varlıklarının bilincine varılarak mümkün olabileceğini…
Marx bu durumu kendiliğinden sınıf ve kendisi için sınıf ayrımıyla ifade eder: “Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınlarını ilkin işçi haline getirir. Sermayenin dayanışması, bu yığın için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yığın, böylece, daha şimdiden sermaye karşısında bir sınıftır, ama henüz kendisi için değil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulunduğumuz bu savaşım içinde, bu yığın birleşir ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar, sınıf çıkarları olur. Ama sınıfın sınıfa karşı savaşımı, politik bir savaşımdır”.
Eğrek ve onun gibi milyonlarca işçinin AKP ya da MHP’li olmaları onların da kapitalist sömürü ve baskı çarkı içinde öğütüldükleri gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Ama Eğrek ve onun AKP’li kimliğini öne çıkarmaya özen gösteren tek tek işçiler -bazısı kendisini öyle görmese de- nesnel olarak işçidirler, sermayenin boyunduruğu altındadırlar. Bu sınıf gerçeğini kavramadıkları, örgütlü bir sınıf haline gelemedikleri sürece de bu barbarlık düzeni en fütursuz haliyle sömürü çarklarını kanımızla sulamaya devam edecektir.
Anlatılan işçi sınıfının hikayesi, anlatılan bizim hikayemiz yani…