Binlerce köpeği, tamamen kayalardan ibaret bir adaya sürgün edip ölmelerini beklemek, tarihin en büyük kıyımlarından biridir. Kimbilir, belki de bu, daha sonraki insan kıyımlarının bir ön adımıdır?
“Bir mil uzakta ağaçtan, bitkiden oluşmuş yalçın bir kayadan ibaret olan ada gözüküyordu. Yalçın kayanın üstünde köpekler karınca gibi kaynıyor… Pek çokları güneşin hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyor, ötede beride görülen cesetlerin etrafında dolaşarak, çabalayarak bir parça et koparmaya çalışıyorlar… Kaptan geminin düdüğünü çaldırdı. Bu sese hayvanların nasıl yalvarırcasına cevap verdiklerini size anlatamam. Bir yanardağ ki ateş yerine feryat, duman yerine cesetler saçıyor. Bu kızgın zemin üzerinde su, yiyecek için ağızları açık köpekler… Etrafında martıların uçuştuğu cesetler denizde lekeler oluşturuyor.” Bazı yerler vardır ki, siz oranın ismini bin kez de değiştirseniz, halk yine bildiğini okur. Marmara’daki Prens Adaları’nın en küçüklerinden biri olan ‘Sivri Ada da öyledir. Kayalıklardan ibaret olan bu adanın resmi adı öyle olsa da gerçekte ‘Hayırsız Ada’ diye bilinir. Belki de dünya tarihinin en büyük köpek katliamına sahne olan adanın ismi böyledir. Bir Fransız gazetecisinin anılarındaki tanıklık, tam da bu katliam günlerindendir.
Köpekler ve insanlar
Hikâyenin tamamını anlatmak çok zor… Aslında köpekler, Osmanlı’nın uzun yılları boyunca İstanbul’da bir tür ayrı nüfus olarak yaşamışlar. Kanuni ve I. Ahmed zamanlarında da kıyımlar olmakla birlikte, en azından 20. yüzyılın başına dek durum böyle gibi. 19. yüzyılın ünlü seyyahı Edmond De Amicis 1873’te anlatıyor: “Köpekler, şehrin ikinci nüfusunu oluştururlar! Onlar kocaman bir bedavacılar cumhuriyetinde bir araya gelmiş durumdadır, ne tasmaları, ne sahipleri, ne de kanunları vardır. Hiç kimse onların işine karışmaz…” Bir başka seyyah ise, “Bu kentin sokak köpeklerinin nüfusu 60 bin kadardır. Lüksün ve zarafetin merkezi Pera Caddesi’nin orta yerinde bu köpekleri caddenin veya kaldırımın ortasında yayılmış bulursunuz. Daha doğrusu kendi evlerinde olan onlar; size de onların rahatını bozmamak düşüyor.”
Halkın da şikâyeti yoktur köpeklerden. Mahalle insanları onları beslemekte ve varlıklarını sorun etmemektedir. Ancak, modernleşme zamanları başlayınca durum değişir. Bir yandan, “Avrupa’nın medeni şehirlerinde başıboş, sahipsiz köpek yok” fikri yayılırken, üstüne bir İngiliz turist de köpeklerden kaçarken ölünce, ilk sürgün emrini II. Mahmut verir. Ancak köpekler toplanırken halk tepki gösterince, vazgeçilir. Daha sonra, Abdülaziz döneminde yine köpekler toplanıp Sivri Ada’ya gönderilir. Ancak, o günlerde şehirde çıkan yangınları bu olayın uğursuzluğuna bağlayan halk protesto edince, vazgeçilir.
Katliam zamanı
1910 yılına gelindiğinde, yeni rejim yeni bir hamle yapar. Tam o sırada Avrupa’da parfüm ve kimya sanayi için katliam çoktan başlamıştır ve Fransızlar “İstanbul’un köpeklerini bize satın” önerisi getirir. Anlaşma imzalanır. Halk bu işe katılmayınca, toplama işi daha çok serseriler, haydutlara yaptırılır. Hatta arada halkın Tophane’deki bir merkeze baskın yaparak köpeklerin bir bölümünü kurtardığı söylenir ama yine de 80 bine yakın köpek toplanır. Fakat bu arada, bazı kaynaklara göre, Fransızlar projeden vazgeçer ve köpekler elde kalır. Sonuç, Sivri Ada sürgünüdür! Teknelerle yapılan sevkiyat günlerce sürer ve sonunda 80 bine yakın köpek, adaya taşınır. Tek bir ağaç gölgesi bile yok adada sadece bir su kuyusu vardır ve işin beslenme kısmı hiç düşünülmemiştir; daha doğrusu zaten gönderilmelerinin sebebi orada ölüp gitmeleridir!
Köpeklerin laneti!
Bu durum aylarca sürer. Binlerce köpeğin feryadı özellikle Anadolu yakası sahillerinden bile duyulmaktadır. Fransız yazar Robert Gillon, kendi tanıklığını, “Yüz değil, bin değil, sayılamayacak kadar çoktular! Kıyıdaki çakıllı kumsal üzerinde birbirlerini ezercesine itişip kakışarak koşuşuyorlar, etlerinden et kopartılıyormuş gibi havlıyor, uluyor, haykırıyorlardı! Az sonra rüzgârla birlikte burnumuza dayanılması imkânsız pis bir koku geldi. Kitleler halinde ölen köpeklerin cesetlerinin kokusuydu bu” diye anlatır. Gerçekten de ölümler başlayınca, 2-3 yıl boyunca tüm sahil kokudan yaşanmaz hale gelmiştir. Bu arada hala köpeklere dokunmanın büyük bir lanete yol açacağı düşünülmektedir ve halk 1912’deki depremi de, Balkan Savaşı’nı da köpeklerin ahına bağlamaktadır. Böylece adanın ismi Hayırsız Ada olarak sabitlenir. Daha sonra yapılan katliamlar da az değildir gerçi ama yine de hiçbiri 1910 canavarlığının yanına bile yaklaşamaz. Belki de bu yüzden, şimdi, sokakta gördüğümüz köpeklere sevgiyle yaklaşmamız gerekiyor. Metropol sokaklarında hayatta kalmaya çalışan o hayvanların nasıl bir felaketten geriye kalabilmiş torunlar olduğunu düşünerek…