Dünyada ve Türkiye’de geçmişte çerçevesi çizilen ideolojik-politik yönelimler, idari-politik yapılar, politik kadastro işleri, ekonomi politik yörüngeler ve sermaye birikim rejimleri hızla büyük bir değişime uğruyor. Yüzlerce yıl önce yapılan büyü bozuluyor. Bu büyü bozumu, her şeyi ve herkesi çıplak gerçeklikle karşı karşıya bırakarak üst üste binen krizler üretiyor. Büyünün kendi ‘yasa’sını genele yaydığı normlar dağıldıkça, normsuzluk bilinen her şeyi askıya alma, iptal etme, geçersiz kılma gerçekliğiyle karşı karşıya bırakabiliyor.
Büyü bozumuyla birlikte uluslararası nizam ve bu nizamın sütunları olan kurallar artık işlemiyor. Kapitalist modernitenin ‘namus-nomos’ denkleminin en mahremi olan ulus-devletler ve onlara ait sınırların ihlal edilebilmesi herhangi bir “politik bir bahane”ye tabi olmaksızın kolayca gerçekleşebiliyor. Büyü bozumuyla “teritoryal genişleme” fenomeni ortaya çıkabiliyor. Rusya’nın Ukrayna’ya, İsrail’in Filistin’e, Türkiye’nin Suriye’ye, ABD’nin Grönland, Panama, Kanada’ya vb. doğru genişleme (niyeti) sınırları koruyan normların ne kadar işlevsiz hale geldiğini, uluslararası düzenin büyüsünün bozulduğunu hemencecik gösterebiliyor. Esad rejimiyle birlikte Soğuk Savaş’ın sadece son idari-politik rejimi yıkılmıyor, aynı zamanda idari-politik rejimlerden sağda veya solda konumlanan küçük siyasi yapıların zihinlerine kadar sızan soğuk savaş anlayışının tasfiyesi gündeme geliyor. Yani Soğuk Savaş’ın psiko-politik ve diğer tüm etkileriyle tasfiyesi gündeme geliyor. Öte yandan uzun süredir sekeratta bulunan sermaye birikim rejimi ve saf piyasa modeline bağlı ekonomi-politik model artık kendi acısına son vermenin demlerini yaşıyor. Nitekim bir süre önce “Büyük Yeniden Başlatma” gayretiyle suni teneffüse tabi tutulan bu modelin IMF’li dillerden dökülen “Son 80 yıldır işleyen küresel ekonomik sistem sıfırlanırken yeni döneme giriyoruz” cümleleriyle büyüsünün bozulduğunu görüyoruz. Yanı sıra zamanın muktedirleri tarafından açıkça itiraf edildiği üzere liberal-demokratik düzenin sonuna geliyoruz. Bu düzenin sonuna geldiğimiz için de buna ait herhangi bir analiz düzeyi, anlama kriteri, açıklama çerçevesi yaşamı açıklamaya yetmiyor. Büyüsü bozulmuş bir yaşamla karşı karşıyayız.
Büyüsü bozulan yaşam Türkiye’de üst üste binen birkaç krizi getiriyor. Yani Türkiye birkaç ideolojik-politik ve programatik krizi aynı anda yaşıyor. Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin temel sütunları olan devlet anlayışı ve ulus tahayyülü artık milyonlarca insan tarafından tanınmıyor. Tanınmayınca da elbette çok az anlam ifade ediyor, meşruiyet krizini derinden yaşıyor. Sadece “devletli” olan bu iki egemenlik sütunu değil ideolojik-politik olarak İslamcılık, Kemalizm, liberalizm ciddi krizler yaşıyor. Misal, İslamcılık 20. yüzyıldaki protest, kendi sınırları içinde ahlaki, hak isteyen konumunu kaybetti. Düzenin resmî ideolojik sıfatı haline geldi. Fakat muhalefetteyken öne sürdüğü iddiaları gerçekleştirmeyerek ve egemen çerçeveleri rengini değiştirip uygulamakta ısrar ederek kriz yaşamaya başladı. Elbetteki bu krizi küresel ve bölgesel düzeyde İslamcılıkların yaşadığı krizle birlikte düşündüğümüzde sorunun ne kadar derinlerde olduğunu da görebiliriz. Kemalizm ise Türkiye tarihinde hemen hemen kendisini en fazla güncelleyen ama özü hiç değişmeyen ideolojik-politik gerçekliklerinden biridir. “Sağ Kemalizm”, “Sol Kemalizm”, “Neo-Kemalizm”, “Post-Kemalizm”, “Reel Kemalizm” vb her türlü ön tanımlama sıfatını alıp ideolojik-politik, idari, etik-politik ve ekonomi-politik öz olarak aynı kalmaya, dolayısıyla zaman değişip büyü bozuldukça çürümeye devam ediyor. Liberalizm de benzer şekilde Türkiye’de hiç toplumsallaşamasa da kamusal varlığını devam ettiren ama Türklük ve devletçilik tornasından asla kurtulmayarak kendi zehrini içinde taşıyan bir gerçekliğe sahip oldu. Dolayısıyla büyü bozulduğunda ilk dağılan şey oldu.
Dünyada ve bölgede siyaset, ekonomi, etik ve toplumsal ‘yasa’lar değiştikçe, toplumsal dönüşümler hızlandıkça Türkiye’de krizler silsilesi daha fazla ağırlaşmaya başladı ve geldiğimiz noktada artık büyü bozuldu. Dönüşüm ihtiyacının kapıya dayandığı bu zamanda İslamcılık, Kemalizm, liberalizm artık yaşamı açıklayan ve rıza üreten potansiyellerini kaybediyor. Yeni normlar, idari-siyasi-etik çerçeveler, ekonomi politik ve ideolojik-politik iddialar tarih sahnesine çağrılıyor.
Büyünün bozulduğu ve yeni olanın çerçevelenemediği bu tarihsel aralıkta, Türkiye başta olmak üzere egemenler yeni bir militarist çağ ve şiddet döngüsüyle hayatta kalmaya çalışıyor. Fakat dönüşüm ihtiyacı da gittikçe büyüyor. Tam da Karl Marx’ın Kapital’de söylediği gibi bir dönemi yaşıyoruz: “Şiddetin yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir.”
Kazanan muharebeden zaferle çıkan değil, genel normu ve siyasi meşruiyet sınırlarını belirleyen olacak. Şiddet döngüsü ne kadar büyürse büyüsün yeni bir toplumun doğuşu ihtimali, dolayısıyla yeni bir büyünün yapılması ihtimali kaçınılmazdır. Özcesi artık yeni bir etik-politik çerçeveye, eşitlikçi bir ekonomi politiğe, toplumsal yaşamın hakikatini bölmeyen bir idari-politik sınırsızlık tahayyülüne, Batı merkezliliği besleyen kolonyal sızıntılardan kurtulmaya ihtiyaç var. Bu yönüyle demokratik ulus, demokratik cumhuriyet, demokratik konfederalizmi tahayyül etmekte; demokratik, eşitlikçi, cinsiyet özgürlükçü paradigmayı ve işleyiş ‘yasa’larını bir kez daha düşünme, üretme ve örgütlemekte fayda var.