Eline bir gün bile silah almayan bir kimse, “silah bırakmak da nereden çıktı” derse, kibarca söyleyeyim, “ayıp” eder.
Hayatında “gizli” bir örgütte çalışmamış, en fazla Siyasi Partiler Yasası’na göre kurulmuş bir partide üye olan ve üyelik bilgileri bu yasaya göre devlete bildirilen bir kimse “nereden çıktı PKK’nin lağvedilmesi” derse, yine kibarca söyleyeyim “ayıp” eder.
Bırakın bu “silah” ve “fesih” meselesini elinde silah tutanlar ve PKK üyeleri tartışsın. Tartışıyorlar da. Kongrelerini toplayacaklar.
Yukarıda tariflediğim kişiler ise, onların kararlarını saygıyla karşılayacaklar. Başka türlü olmaz.
Neden “başka türlü olmaz?” Anlatayım:
Eskiden tanıdığım bir “radikal devrimci” arkadaşımla konuşurken, bana Öcalan’ın çağrısı hakkında şöyle dedi: “Apo bizi sırtımızdan hançerledi.” Hayretle “nasıl oldu bu iş?” diye sordum. Dediği şu: “Kürt halkının Türk faşist devletine karşı silahlı mücadelesi Türkiye’de devrimin koşullarını oluşturuyordu, o nedenle biz de bu halkın savaşını destekliyorduk, hatta bazı devrimciler o nedenle silah elde bu savaşın saflarında yer aldı, şimdi bu çağrıyla birlikte Türkiye devrimi sırtından hançerlenmiştir.”
Gülecektim, ama arkadaşımın yüzündeki derin hayal kırıklığı karşısında kendimi tuttum. Ona ılımlı bir ses tonuyla şöyle dedim: “Kürt halkının silahlı mücadelesi ile Türkiye’deki devrim arasında kurduğun bağa katılıyorum. Zaten bu halk, Türkler de durumu görsün, anlasın, devrime yönelsin diye kırk yıldır savaştı. Ama insaf et sevgili dostum, on bin şehit veren bu halk, seni, senin yoldaşlarını, Türkleri daha ne kadar bekleyecek? Savaşın bu kadar uzun sürmesinde kendi payını hiç düşündün mü?”
“Kendi payımız mı? Çok ayıp. Ne yapabilirdik ki” diyerek söz başlayan arkadaşım üye olmadığı, eylemlerine katılmadığı, ama “militanca” desteklediği örgütün devlet tarafından uğradığı saldırıları, tutuklamaları ve öldürmeleri uzun uzun anlattı. İşçi sınıfının sendikal hareketine karşı amansız bir saldırı olduğunu, sınıf mücadelesinin, grevlerin, direnişlerin devlet tarafından vahşice bastırıldığını somut verilerle, olgularla bir bir saydı. “Denizlerin, Mahilerin, İboların dönemindeki gençlik neydi, şimdiki gençlik ne?” diye yakındı. Devletin devrimci medyayı mahvettiğini, magazin medyasının, uyuşturucunun, mafyaya özendiren dizilerin yıkıcı etkilerini gerçekten çok inandırıcı bir dille örnekleriyle kanıtladı. “12 Eylül faşist darbesinden beri nefes alamadık, ülkede faşist diktatörlük bugün de, bırakalım direnişleri, en küçük bir muhalif sözü bile elindeki polis ve yargı gücüyle bastırıyor” dedi. Ve konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Sovyet revizyonizmi ve sosyal emperyalizmi sosyalist dünyayı çökertince, dengeler aleyhimize değişti, buna rağmen mücadelemize ara vermedik, halen de savaşıyoruz, tam bu sırada Apo’nun çağrısı bizim için son darbe oldu, sen bana hala kendi payını anlat diyorsun”.
Arkadaşım, vaktiyle sosyalist ülkelerin ve ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalizme karşı mücadelesine güvenmiş, bu güveni yıkılınca Kürt halkının silahlı mücadelesine dört elle sarılmış, şimdi çağrıyla birlikte silahlı savaşın son bulacağını görünce, bir kere daha hayal kırıklığına uğramıştı. Kendi gücüyle Türkiye devrimi için fazla bir şeyler yapamayışını da 12 Eylül darbesinden bu yana ülkedeki faşist rejimin zorbalığı ile açıklamıştı.
Ona “Başkan Apo’nun çağrısını önyargısız bir şekilde dikkatle okumasını, bir dahaki buluşmamızda konuyu yeniden konuşacağımızı” söyleyerek, lafı geçmiş zamanlardaki ortak anılarımıza getirdim, sonra da evine uğurladım.
O gittikten sonra çağrıyı, ne olur ne olmaz diye bir kere daha okudum. O anda anladım ki, çağrı yalnız devlete ve PKK’ye hitap etmiyordu, üçüncü muhatap olarak bize ve arkadaşıma da hitap ediyordu. Belli ki, arkadaşımın kendi rolünü oynayamamasında en büyük etken işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesini boğan, sınıf mücadelesinin önünde en büyük engel olan diktatörlük rejiminin amansız baskılarıydı. Arkadaşım farkına bile varmadan “demokrasinin” yokluğundan acı çekiyordu. Öcalan’ın çağrısıyla, acı çektiği demokrasinin yokluğuna son verme adımı attığını anlayamıyordu. “Devrim” diyor, ancak devrime demokrasi, yoksa demokrasi mücadelesi yoluyla ulaşılacağını düşünemiyordu. Sayın Öcalan ona, “işte ben, kırk yıllık savaşın sonunda, öyle bir güç biriktirdim ki, o güçle sana demokrasiyle devrime yönelmenin yolunu açıyorum” demişti. Sözünü etmese de, arkadaşımın ezbere bildiği Lenin’in demokrasiyle devrim arasındaki ilişkiyi anlatan “İki Taktik” kitabını ve “Nisan Tezlerini”, “Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı” adlı kitapta ise, “demokratik uzlaşmayı” reddedenlerle yaptığı müthiş polemikleri hatırlatmıştı. Dolaylı olarak “biz senin metropollerde işçi sınıfına öncülük etmeni ve birleşik devrim sürecinde rol oynamanı kırk yıldır bekledik, olmadı, şimdi senin önünü Türkiye’yi demokratikleştirerek açmaya çalışıyorum” demişti.
Sonra ona, reel sosyalizmin dağılmasından sonra, teoride, stratejide, örgütlenmede kendini yenilemeyişinin bugünkü olumsuz gelişmelerde oynadığı rolü anlatmıştı. Reel sosyalizm şartlarında doğmuş büyümüş olan arkadaşımın bu çöküşü başarısızlığının bahanesi sayacağına, durumu analiz edip, ömrünü dolduran örgütlü yapılarını, en başta kendisini değiştirip dönüştürmesi gerektiğini söylemişti.
Öcalan’ın çağrısı arkadaşımı arkadan hançerlememiş, onun kendi bedenine harakiri ile sapladığı kör hançeri çekip çıkarmıştı. Bundan sonrası, bu çağrıyla birlikte arkadaşımın kendi kendisini sağaltmasına kalmıştı.
Bu yazdıklarımı not aldım, gelecek buluşmamızda arkadaşıma okuyacağım.