Üç yıl süreli “savaş tezkereleri” barış ve demokrasi için Komisyon kuran TBMM’den geçti ve geçer geçmez “casus avı” başladı. “Avlanan casuslar” şimdilik Ekrem İmamoğlu ve Merdan Yanardağ. Biri zaten hapiste, diğeri gözaltına alındı.
Bir ülkede “casus avı” başladığında bilin ki o devlet ister saldırı amacıyla olsun ister savunma amacıyla olsun savaşa hazırlanmaktadır. İktidarın savaşa hazırlandığı Suriye ve Irak topraklarına ordu birlikleri göndermek üzere TBMM’den geçirdiği “savaş tezkereleri” ile artık ayan beyan ortaya çıkmıştır. Bu demektir ki, iktidar “seçimli otokrasiden, seçimsiz diktatörlüğe” yürümektedir.
Casus profesyoneldir. Vatandaşı olduğu devlete karşı bir başka devlet hesabına çalışır. Yaptığı işin delillerini ne belediye binalarında ne medya ofislerinde saklar, çünkü enayi değildir. O nedenle “istihbarata karşı istihbarat” elemanları casusu fark ettiği zaman, onu “suçüstü” operasyonuyla yakalar. Nitekim 1977 yılında MİT İstihbarat Başkan Yardımcısı Sabahattin Savaşman, İngiliz istihbaratına devlet sırlarını verirken böyle yakalanmıştı. Yani casus dediğin kişi devlet iktidarına muhalif bir parti ya da muhalif bir medyaya sızmaz, devletin içine, MİT’in, Ordunun ve iktidar partisinin içine sızar. Muhalefetin içine sızanlara gelince, onlara casus denmez, “provokatör ajan” denir. Siz casusu kendi içinizde arayın. Biz içimizdeki “ajan provokatörleri” zaten araştırıyoruz.
Ben bu yazıda size, 1974 Kıbrıs savaşından az önce 12 Mart cuntasının o esnada yer altında örgütlenen bizlere karşı hazırladığı “casusluk provokasyonunun” ibret alınacak hikayesini anlatacağım.
Darbeden az önce ben TİP Eminönü İlçe binasında “Marksist felsefe dersleri” veriyordum. TİP bölünmüştü ve bizler de çıkardığımız Partizan isimli dergi nedeniyle “Partizan grubu” adıyla anılan bir grup kurmuştuk. Derslere bizim arkadaşlarımızın dışından da parti üyeleri katılıyordu. Katılanlardan biri dikkatimi çekmişti. Orta boylu, esmer bir kişiydi ve yaptığı konuşmalardan Marksizm hakkında bilgili olduğu anlaşılıyordu. Şu anda ismini hatırlayamadığım (hatırlasam da bu ismin hiçbir anlama gelmediğini az sonra göreceksiniz) bu katılımcı ‘elektrikçiydi’. Amerika’da bulunmuştu. “Elektrikli coplar” hakkında anlattıklarını hatırlıyorum. Sonunda grubumuza katıldı. O yıllarda biz fabrika gazeteleri çıkarıyorduk. (Sungurlar Gerçek, Günterm Gerçek, Derby ve Gislaved Gerçek, Tekel Gerçek gazetelerinin sahipleri o fabrika işçilerinden biri, yazı işleri sorumlusu ise bizden bir arkadaştı.) O nedenle bu “elektrikçi-işçi”ye büyük önem vermiştik.
12 Mart muhtırasıyla birlikte grubun hemen hemen tamamı aranmaya başladı ve biz yeraltına geçtik, illegal bir örgütlenmeye gittik. Örgütün yönetimine bu “elektrikçiyi” de aldık. Erenköy’deki örgüt evimizde yapılan toplantılara o da katılıyordu.
İsrail konsolosu Elrom’un THKP-C tarafından kaçırılıp, öldürülmesinden sonra cunta hükümeti kitlesel tutuklamalara gitmiş, aralarında benim ve arkadaşlarımızın da olduğu tuhaf bir “TKP davası” açılmıştı. Bu davada Azra Erhat, Vedat Günyol, Matilda Gökçeli (Yaşar Kemal’in eşi), Magdalena Rufer ve Sebahattin Eyüboğlu, Şadi Alkılıç ve şu anda isimlerini hatırlayamadığım onlarca yazar, şair, bilim insanı Maltepe Zırhlı Tugay’ında tutukluydu. Bizler bir dizi davanın yanında bir de bu davadan aranıyorduk. Ve tek arkadaşımız bile yakalanamamıştı. Sözünü ettiğim Erenköy’deki evde yaptığımız bir toplantı esnasında MK üyesi “elektrikçi”, İstanbul ile Sovyetler Birliği arasında sefer yapan bir şilepte işe girdiğini söyledi ve örgütümüzün ihtiyaç duyduğu teorik ve ideolojik materyalleri Sovyet partisinden temin edeceğine ve bize aktaracağına dair öneride bulundu. Önerisi oy birliği ile kabul edildikten sonra “elektrikçi”, bu durumda artık onunla “doğrudan” temas kurmamızın, Sovyetlere giden herkesin MİT tarafından takip edilmekte olmasından dolayı “tehlikeli” olacağını ifade etti ve çözüm olarak şunu önerdi: “Yarın bir yoldaşla birlikte Belgrad Ormanına gidelim, bir ağaç kovuğu saptayalım, ben elimdeki materyalleri oraya bırakırım, siz daha sonra bir yoldaşı gönderip alırsınız.”
Bizimkiler bu “konspratif önlemi” heyecanla karşıladılar, ama ben en “pimpirikli” olan olduğum için “elektrikçi” toplantıdan ayrıldıktan sonra, elektrikçinin evini bilen rahmetli Sıtkı Coşkun’a “kalk elektrikçinin evine gidiyoruz, sen annesini oyala, ben evi arayacağım” dedim.
Ve eve gittik. “Elektrikçinin” odasını aradım, somyasının altında bir sandık vardı, açtım ve sandığın dibindeki kitapları çıkardım. Kitaplar Astsubay okul kitaplarıydı ve “elektrikçi” astsubaydı. MİT elemanıydı. Aramıza sızmış, hiçbirimizi tutuklatmamış, buna karşılık o sırada birlikte yargılandığımız Türkiye’nin neredeyse tüm entellektüellerine karşı bizi kullanarak korkunç bir “casusluk provokasyonu” hazırlamıştı. Eğer bu oyuna gelmiş olsaydık, o ağaç kovuğunda Marksist-Leninist broşürler yerine “sahte bilgiler ve talimatlar” içeren mikro filmleri alırken yakalanacaktık ve “Mavi Yolculuktan”, “İnce Memed”e Türkiye kültür hayatının tüm insanları da “casusluk” suçlamasıyla yüz yüze kalacaktı. İki yıl sonra Kıbrıs işgali için savaşa hazırlanan devlet, muhaliflerini “casus avıyla” lekeleyerek, hazırlığın psikolojik savaş aşamasını başarıyla tamamlayacaktı.
MİT tarafından deşifre edildiğimizi anladık ve bir gün içinde tüm arkadaşlarımızın örgüt evlerini tasfiye edip, bilinmeyen yerlere taşıdık. Hem biz hem de Türkiye’nin dünya çapındaki aydınları büyük bir tertipten böyle kurtulduk.
“Elektrikçi” izimizi biz de onun izini kaybettik. Bir daha hiçbirimiz bu MİT ajanını çok doğal olarak görmedik. Şükür ki, o da bizi göremedi. İsmi neydi? Hafızam “sahte ismi” hıfz etmeye gerek görmemişti.
“Elektrikçi” Astsubaydı, Amerika’da bulunmuştu. Belli ki orada eğitilmişti. Sanırım örnek size ilginç gelmiş olmalıdır.
Nasıl? Film gibi değil mi? Ama gerçek.
MİT bir casusluk örgütüdür ve burada her türlü “casus” imal edilir. Kapısından “ihaleye fesat karışmaktan” sokarlar, zindana “casus” diye atarlar.
O halde “Kent uzlaşısıydı”, “yolsuzluktu” falan demek yetmemiş olacak ki, birden karşımıza çıkan şu “casusluk” soruşturması herkesin kulağına küpe olmalıdır. Burunlarımız da yakın bir geleceğin savaş kokularını almalıdır.
Yapılacak tek iş “barış ve demokratik toplum için” komünal örgütlenmeleri yaymak, derinleştirmek ve “Öcalan’a özgürlük, Kürt sorununa çözüm” hamlesini güçlendirmektir.









