Süreç karamsarlığı büyüten her şeye rağmen iktidarın zayıfladığı, devlet ve sermaye klikleri arasındaki çatlak ve çatışmanın büyüdüğü bir süreçtir. Muhalefet hareketlerindeki karamsarlık ne kadar büyükse, sokakta yoksulluk, adaletsizlik ve sosyal çürümeye karşı öfke de o kadar büyüktür
Musa Piroğlu
Kafalar tam anlamıyla karışmış durumda. Bir yandan İmralı’dan gelecek açıklama beklenirken öte yandan iktidarın tüm muhalefeti kapsayarak genişleyen saldırısı artarak sürüyor. Neredeyse toplumun tamamı mahkeme ve polis marifeti ile ablukaya alınmış durumda, abluka daralıyor. Ekrem İmamoğlu’ndan baro yöneticilerine, sendikacılardan popüler gazetecilere, televizyon kanallarından sol gazetelere, sosyal medya hesaplarına herkes gözaltı, tutuklanma ve kapatma tehdidi ile yüz yüze. Gezi bir soruşturma çuvalına dönüştürülüp, muhalif sanatçılar ve siyasi özneler hatta sermaye çevreleri bu çuvalın içine atılma tehdidiyle karşı karşıya kalmış durumda. Neredeyse herkes her an gözaltına alınma tutuklanma kaygısıyla yaşar hale gelmiş bulunuyor. Meclis’te çıkarılan yasalarla, DDK gibi kurumlara asker, sivil herkesi görevden alıp hakkında soruşturma açma, parti, belediye, sendika, dernek, oda v.b tüm yapılara kayyum atama gibi olağanüstü yetkiler veriliyor. Otoriter merkezileşme doruğa çıkarılıyor. Ülke fiili bir OHAL ile yönetiliyor.
Van halkının iradesinin gasp edilmesi ile devam eden DEM Belediyelerine kayyum hamlesi CHP’li belediyeleri kapsayarak genişliyor. CHP’li belediye başkanları kayyum ve tutuklanma tehdidi ile teslim alınmaya çalışılırken, partinin kendisi son kurultayına yönelik açılan dava ile baskı altına alınıyor. İktidarın bu görüntüsü Demokrat Parti’nin son dönemlerini andırıyor. Sokağın teslim alınması meclisin teslim alınması tahkikat komisyonları ve benzeri bir süreci akıllara getiriyor. Elbette bu uygulamalar yeni değil. 2015’den bu yana Kürt illerinde belediyeler gasp ediliyor, belediye eş başkanları, parti yöneticileri, vekiller rehin alınıyor, gazeteler basılıyor, gazeteciler tutuklanıyor. Günü farklı kılan ise yeni dalganın Kürt halkı yanında Türkiye eksenine yayılıyor olması ve şimdiye kadar hiç dokunmamış olanlara dokunulması. Kafaların karıştığı yer de burada başlıyor. Bir yandan görüşme trafiği sürerken öbür yandan iktidarın kayıtsız bir şekilde baskıyı arttırması ve neredeyse ülkeyi açıkça zorla yönetir hale gelmesi.
İktidar bir taşla birkaç kuşu birden vurmayı hedefliyor. Peşinen söylemek gerekirse Erdoğan’ın temel derdi olası bir seçimde yeni bir 7 Haziran yenilgisini yaşamamaktır. Kürt hareketinin Erdoğan karşıtı cepheye verdiği açık destek 7 Haziran’dan bu yana Erdoğan’ın kâbusu olmaya devam ediyor. Bu desteği parçalamak, Kürt hareketini yeniden yalnızlaştırmak ve devletin dayattığı şartlara boyun eğmeye zorlamak, batıda yapılan operasyonların ana amaçlarından birini oluşturuyor. Zira batıda kurumları ve kişileri hedef alan operasyon dalgası temelde Kürt sorunu üzerinden yürütülüyor. İktidar batıdaki tüm kurumları, sol yapıları ve bireyleri Kürt sorunundan uzak durmaya zorluyor. Bu konuda başarılı olduğunu söylemek gerekiyor. Kürt hareketinin yalnız bırakılması demokratik muhalefetin en büyük destekçisinden mahrum kalması anlamına gelecektir.
İkinci olarak iktidar, toplumsal muhalefeti yasalcılık, parlamenterizm ve orta sınıf kimlik siyasetine sıkıştırıyor. Kürt halkına destek veren ve devleti karşısına alan her çeşit eylem ve söylem polis ve mahkeme zoruyla karşılaşıyor. Yasalcılık kendisini, her çeşit hak arama girişiminin ve iktidar uygulamalarına itirazın mahkemeler ve hukuk üzerinden yürütülmesinde de ele veriyor. Siyasi partilerin, büyük oda ve sendikaların en işlevsel komisyonlarının hukuk komisyonlarından oluşması bu söyleneni destekliyor. Mahkemelerde verilen hukuksuz kararlar yüksek mahkemelere, mecliste çıkan kanunlar Anayasa Mahkemesi’ne, mülki idarenin uygulamaları yerel mahkemelere taşınarak çözülmeye çalışılıyor. İronik olan hukukun tamamen bittiği coğrafyada muhalefetin hak aramayı “hukuk” zemini içinde yapıyor olmasıdır.
Aynı şekilde iktidardan kurtulmanın tek yolu olarak sandığın işaret edilmesi ve sandık dışında başka bir mücadele yönteminin akla bile getirilmemesi bu sıkışmanın bir başka göstergesidir. Benzer sıkışma travmatik bir yoksulluğun yaşandığı ağır sosyal çürüme ve adaletsizlik ortamının kıvrandırdığı toplumsal meselelerle neredeyse hiç temas edilmemesidir. Tarihsel olarak işçi sınıfı ve ezilenlerin çıkarlar ve sorunlarını dile getiren ve temsil eden sol AKP karşıtlığına indirgenmiş ve kendi özünden sınıfsal ve toplumsal tabanından kopmuştur. Sınıf mücadelesi adına yapılanın ise sendikacılık dışında bir şey olmadığı görülmelidir.
Toplumsal çelişkilerin derinleştiği dönemde, bu çelişkilerin mimari olan iktidarın rıza üretme kapasitesini büyük orsanda yitirdiği, egemenliğini baskıyı arttırarak yürütmek istediği görülebilir. Fakat gerek yasal düzenlemeler gerekse toplumsal baskının toplumun tüm hücrelerine yayılarak yürütülüyor olması, bu baskının sadece günü kurtarmak için değil, bir açık baskı rejimine toplumu hazırlamak için gündeme geldiği de düşünülebilir. Sarayın bu süreçten olası bir seçimde sandıktan çıkmayı ve sonrasında Aliyev- Putin karması bir açık baskı iktidarına gitmeyi hedeflediğini söylemek mümkündür.
Gelmekte olan sürecin hiç de aydınlık olmadığı görülmelidir. Bu noktada iktidarın projelerini boşa düşürmenin birinci yolu Kürt halkının barış mücadelesiyle omuz omuza yürümektir. Meşru mücadeleyi temel alıp yasalcılığa ve sandığa sıkışmadan sınıfın ve toplumun sorunları üzerinden yükselen yeni bir sol dalganın inşa edilmesi gerçeği ortada durmaktadır. Süreç karamsarlığı büyüten her şeye rağmen iktidarın zayıfladığı, devlet ve sermaye klikleri arasındaki çatlak ve çatışmanın büyüdüğü bir süreçtir. Muhalefet hareketlerindeki karamsarlık ne kadar büyükse, sokakta yoksulluk, adaletsizlik ve sosyal çürümeye karşı öfke de o kadar büyüktür. Çember ne kadar daralmışsa ona karşı güç de o kadar yoğunlaşmıştır.