DEM Parti Amed Milletvekili Cengiz Çandar, Kürt cininin şişeden çıktığını, sürecin başarıya ulaşmaması durumunda Türkiye’yi çok büyük risklerin beklediğini söyledi
Arap Dünyası Sosyal Demokratlar İttifakı Kongresi için Silêmanî’de bulunan Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Amed Milletvekili Cengiz Çandar, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın başlattığı Barış ve Demokratik Toplum sürecini, geçmişte gerçekleştirilmek istenen çözüm süreçleri ile arasındaki farkları, başarıya ulaşamaması durumunda Türkiye’yi bekleyen riskleri Roj Haber Ajansı’na (Rojnews) değerlendirdi.
Cengiz Çandar “Buz üstünde halay çekiyoruz, süreç kırılgan ama geri dönüş de yok. Türkiye toplumu 1993’e göre çok daha hazır” dedi.
DEM Parti Amed Milletvekili Cengiz Çandar ile yaptığı röportajın tamamı şöyle:
- Geçmiş süreçlerde de birçok kez Süleymaniye’ye gidip geldiniz. Geçmiş süreçlerden farklı olarak Türkiye ve Kürdistan’da önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönemde Süleymaniye’de bulunuyorsunuz. Birçok sürece tanıklık eden deneyimli bir siyasetçi olarak duygularınızı öğrenebilir miyiz?
Ben Diyarbakır milletvekiliyim. Daha önce Süleymaniye’ye geldiğim zamanlar, Mam Celal ile olan dostluk ilişkimden dolayı bu kentle bütünleşmem çok çabuk oldu. Her geldiğimde sanki buradan milletvekili seçilecekmişim gibi şaka yoluyla “Burası benim seçim bölgem,” derdim. O gün hiç hesaplamasam da bugün Diyarbakır milletvekiliyim. Diyarbakır’ın trafik kodu 21. Aynı şekilde Süleymaniye’nin de kodu 21. Dolayısıyla Süleymaniye’yi temsil düzeyim kendiliğinden Diyarbakır üzerinden oldu. Kuzey ve Güney Kürdistan’ın bütünleşmesi, benim onlarla bütünleşmem ile oldu. Başlangıç olarak bunları ifade edeyim.
- Bugün burada Rojnews ile röportaj yapmanız önemli. Bu parlamenter kimliğinizin yarattığı bir durum mu, yoksa gerçekten Kürtlere yönelik inkar ve imha siyasetinden vazgeçildiğinin bir sonucu mu?
Kürtlerin kimliğinin inkârı Türkiye’de yüzyıldır olan bir şey ve şu anda da tamamen ortadan kalkmış değil. Fakat öyle bir döneme geldik ki, “Türkiye’de Kürt yoktur,” diyenin kafasında sorun var demektir. Psikolojik sorunu olanların dışında kimse artık böyle bir şey diyemez. Kürtlerin varlığı artık biliniyor ve Kürtlerin kimliğini tartışmak söz konusu dahi olamaz. Olsa olsa “Kürtler hangi hakları nasıl alacak” noktasına geldik. Dolayısıyla birkaç yıl öncesiyle, on yıl öncesiyle hatta bir yıl öncesiyle bile aynı yerde değiliz; çok ciddi farklar var.
İki yıldır Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeyim. Kürtçe kayıtlara bilinmeyen bir dil olarak geçiyor. Ben birkaç kelime Kürtçe konuştum ve “Bilinmeyen bir dil diye mi kayıtlara geçiyor?” diye baktım. Kürtçe konuşulan bölümü “nokta nokta” diye geçmişler. Ben de bir konuşmamda, “Bilinmeyen bir dil diyorsunuz, sanki müstehcen bir dildir; Nokta nokta koyuyorsunuz” dedim. Nokta nokta ne demek? İşte Kürtçeye bu muamele yapılıyor. Fakat buna rağmen, ben de dahil özellikle partimizden arkadaşlar mecliste defalarca kez “Kürt” ve “Kürdistan” kelimelerini kullandık.
Bundan bir buçuk ay önce PKK’nin silah bırakma töreni yapıldı; çok duygusal bir törendi. Bunun arkasından Meclis’te bir komisyon kuruldu. Bu komisyonda PKK’lilerin büyük bir bölümünün Türkiye’ye dönmesi, hapishanedekilerin serbest bırakılması ve sürgündekilerin geri dönmesi konuşuluyor. Dolayısıyla bir süre öncesine göre çok daha ileride bir şeyler konuşuyoruz. Artık aynı yerde durmuyoruz. Kimlik inkârı, Kürtlere tepeden bakma, milliyetçilik ve ırkçılık hâlâ da duruyor. Bunlar ortadan kalkmış değil, ancak birçok noktada yeni, tarihi bir dönemin eşiğindeyiz.
- Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın İmralı’da yaptığı çağrı ile birlikte PKK kendisini feshetti. Ardından bir iyi niyet göstergesi olarak Casene Mağarası’nda silahların imha merasimi gerçekleşti. Yine TBMM’de bir komisyon kuruldu. Ama Komisyon çalışmaları beklentiyi karşılamıyor. Peki, bundan sonra sürecin başarıya ulaşması için ne yapmak gerekiyor? Ne tür adımlar atılmalı, komisyon ne yapmalı?
Bu sorunun cevabı saatler sürer ya da “cevabı yok” diyeyim. Çünkü cevabını yaşayarak öğreneceğiz. Az önce de söylediğim gibi, Kürtler için, Türkiye için hatta bölge için yepyeni bir dönem var. Özellikle Öcalan’ın çağrısı ve İmralı’dan gelen mesajlarla yepyeni bir döneme girdik. Eskisinden çok farklı bir dönem. Fakat her şeye rağmen ihtiyatlı olmanın doğru olduğu kanaatindeyim. Çok kırılgan bir süreç. Kendi deyimimle, buz üstünde halay çekmek gibi. İnce bir buz üstünde halay çekiyoruz; buz kırılabilir.
Bu komisyonun esas görevi, Casene Mağarası’nda yapılan silah bırakmanın yasal hukuki altyapısını oluşturmak. Yani Türkiye’ye dönmesi gereken binlerce PKK’linin dönmesini sağlamak, hapishanelerde örgüt suçlamasıyla yatanların serbest bırakılmasını ve sürgündekilerin geri dönmesini temin etmek. Kürt sorununun çözümü için Türkiye’de yepyeni bir iklimin oluşmasını sağlamak ve bunu birkaç ay içinde yapmak. Bu olur mu? Olabilir. Olmayabilir mi? Olmayabilir. Öyle bir tehlike var. Hiçbir şeyin yüzde yüz garantisi yok. Dolayısıyla sorunun cevabı, bugüne kadar nasıl bir mücadele yürütüldüyse bundan sonra da benzeri şekilde mücadeleye devam etmektir.
- Komisyonun görev süresinin yılsonunda biteceği belirtiliyor. Bu süreci yakından takip eden deneyimli bir siyasetçi-gazeteci olarak, sürecin gelişmesi yönünde kararlı bir siyasi iradenin olduğunu söyleyebilir misiniz? Kimler bu süreci istemiyor?
Sadece bazı siyasilerin söylemlerine bakarsanız, burada yeterli bir siyasi irade yok. Bugüne kadar nasıl ki bu tren defalarca kez yoldan çıktıysa, bir kez daha da çıkabilir. Gerek iktidardan doğru yapılan açıklamalar gerekse de farklı çevrelerden yapılan açıklamalar var. Bunun böyle düşünülmesi için bir sürü işaret veriyorlar. Bu süreç bir-iki ay içinde sonuca da gidebilir. Bunu neye dayandırıyorsunuz diye sorarsanız: Şu anda Türkiye’yi yöneten irade, bunun sonuca ulaşmasını kendisi için yararlı görüyor. Bu, Kürtleri çok sevdiğinden ya da bayıldığından değil; bir takım siyasi hesapları var ve varoluşunu devam ettirebilmesi bu işin bir şekilde devam etmesi gerekiyor ve bunun yolunu arıyor.
Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla, örgüt kendisini feshediyor ve son derece etkili bir merasim ile silah bırakıyor. Yine hiç beklenmedik bir şey oluyor ve TBMM’nin başkanı sıfatıyla —ki her adımda Cumhurbaşkanı’nı haberdar eden kişi— bir komisyon kuruluyor. Bir parti hariç —ki bu parti küçük ve eriyen bir parti— dışındaki tüm partiler komisyona üye veriyor. Tüm bu işaretlere baktığımızda, verilen demeçleri bir tarafa bırakıp vardığımız istasyona baktığımızda, bu tren gidecek diyoruz. Film öyle bir açıldı ki geri sarması çok zor. Ancak az önce dediğim gibi garantisi yok; mücadeleye devam etmemiz ve bunu ilerletmemiz gerekiyor.
- Bilindiği üzere özellikle İsrail’in Gazze’ye müdahalesi ile Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere paralel, MHP lideri Devlet Bahçeli Türkiye’yi bekleyen riskleri gördü ve DEM Parti’li eşbakanlarla tokalaşarak bir süreç başlattı. Sizce bu süreç ilerlemez ve sonuca ulaşmazsa Türkiye’yi bekleyen riskler nelerdir?
Sadece Bahçeli olarak okumak yerine, Türkiye’de devlet, yani devlet aklı da diyebileceğimiz güç, bu süreci başlattı. İsrail’in 7 Ekim saldırısı ile Gazze’nin işgali, Suriye rejiminin çöküşü, Hizbullah’ın ve Hamas’ın ezilmesi, en son İran’ın arka arkaya darbeler alması, bir de Trump’ın Amerika’da başkan oluşu bir araya gelince, “Bizim iç birliğimizi sağlama almamız gerekiyor” fikriyatı ortaya çıktı. Ve bunu Kürtler olmadan yapmak mümkün değil. Devletin bunu ancak Abdullah Öcalan devreye girerse mümkün olacağı bakışı devreye girdi. Devletin bu bakışını Bahçeli öne aldı. Çünkü daha önceki tüm girişimlerin önünü kesen Bahçeli’ydi; ona rağmen bu iş ilerleyemezdi. O öne alınca, “o zaman bu iş ciddi” dedik. Ama bu sadece Bahçeli ile biten bir durum da değil.
Peki, bu olmayabilir mi? Olmama ihtimalini de bir kenarda tutuyoruz. Ancak biz olması için mücadele ediyoruz. Varsayalım ki en çok istediğimiz şey olmadı. O zaman Türkiye’yi ne bekliyor? Türkçede bir söz vardır: “Cin şişeden çıktı,” diye. Tırnak içinde söylüyorum ’Kürt cini şişeden çıktı’. Sadece Türkiye’de çıkmadı; tüm bölgede çıktı ve siz artık o cini şişeye sokamazsınız. Şu anda 2025 yılının Ağustos ayındayız. Diyelim ki Kasım ayında bu iş bitti. 2026 yılının ocak ayında, mart ayında bu iş olacak diyemeyiz; ancak şişeden çıkan Kürt cini ne sonuçlar verecek, bilemiyoruz. Fakat Türkiye bu sonuçların altından çıkamaz. Dolayısıyla iktidar bu süreci kendisi için yararlı olarak görüyor, hesap yapıyor derken bunu kastediyorum. Bunun olumsuz sonuçlarına katlanamaz bir Türkiye olur. Sonuçlar ne olur, bilemiyorum; ama bu kaygı ve korku onları da sonuca götürmeye zorluyor.
- Türkiye halkları, özellikle milliyetçi kesimler, Abdullah Öcalan’ın dikkat çektiği Kürtlerin demokratik entegrasyona ne kadar hazır sizce?
Bir kesim hiç hazır değil. Hatta bu süreci mayınlamak isteyen unsurlar da var. İşte sadece İYİ Parti ve Zafer Partisi değil; Cumhuriyet Halk Partisi’nin içinde de “ulusalcılar” denen bir kesim buna karşı. İşte Sözcü gazetesini, Cumhuriyet gazetesini elinize alın, görürsünüz ki —bunlar artık eskisi gibi çok okunmuyor— en azından bilinen azılı milliyetçi kesimlerin dışında da bu süreci istemeyen kesimler var. CHP, bizim parti ile iş birliği yapıyor. İşte kent uzlaşısı ile İstanbul ve daha birçok yerde belediye başkanlığı seçtirdik; onun içindeki bir kesim bile bu sürece büyük bir düşmanlık duyuyor. Yani Türkiye’de entegrasyona hazır olmayan, provoke etmek isteyen bir kesim var.
Ama esas olarak baktığınızda —ki sürekli anketler yapılıyor— an itibariyle Türkiye toplumunun yaklaşık yüzde 70’i bu sürece “tamam” diyor. Kürt halkının yüzde 80’i de “böyle gitsin” diyor.
Hafızamızı zorlarsak, bundan on sene önce “Kürt” ve “Kürdistan” kelimeleri telaffuz edilmezken, az önce de söylediğim gibi Meclis’te de Kürt ve Kürdistan kelimeleri kullanılıyor. Birçok kesimin hoşuna gitmese de söylüyoruz ve hayat değişiyor. Değişmenin zapt edilemez olduğu ve Kürt cinin artık şişeye sokulmayacağı olgusu üzerinden bakarsak, entegrasyon —bakın asimilasyon demiyorum— mutlaka 3-5 sene içinde gerçekleşir. Geri dönüş yoktur.
- Turgut Özal’dan bu yana bütün süreçlere tanıklık ettiniz. Siyasetçi, yazar ve gazetecilik kimliğinizle önemli bir deneyim sahibisiniz. Size göre bu gelişen sürecin geçmiş süreçlerden farkı nedir?
Turgut Özal’ın geliştirmek istediği süreç ile bu süreç arasındaki fark ve benzerlikleri anlatmak uzun sürer. Özet olarak ifade etmek gerekirse; Turgut Özal döneminde ve sonrasında devlet hazır da değildi, niyetli de değildi. Turgut Özal’ın sıfatı devlet başkanıydı, ancak Türkiye devleti adlı organizma ne hazırdı ne de niyetliydi. Sonraki dönemlerde de keza böyleydi. Abdullah Öcalan’ın 16 Mart 1993 tarihli PKK’nin ilk ateşkesini ilan ettiği konuşmasını YouTube’dan izledim ki —o gün o açıklama sonrasında kendisiyle bir saat baş başa konuşmuştuk— o gün söylediği sözler ile ki biz fark etmemiştik bugün söylediği sözler çok farklı değil. Tabi Öcalan da çok ilerletti; bugün yeni birçok şey söylüyor, ancak özü itibariyle aynı. Biz, yani Türkiye toplumu olarak, onu çok anlamamıştık.
Bugün baktığımızda aradan 32 yıl geçmiş ve boş yere ne fırsatlar kaçmış, neler heba edilmiş. Şimdi geldiğimiz noktadaki temel fark, Türkiye toplumu çözüm konusunda 1993’ten çok daha ileride. O gün niyetli olmayan, anlamayan, hazır olmayan toplum ve devlet, o güne oranla daha niyetli ve daha hazır. Yeterince hazır mı diye sorsanız, hayır değil. Deminden beri bunun için söylüyorum: Mücadeleye devam etmeliyiz. Bizim işimiz onu yeterli duruma getirmek. Ancak geçmişe kıyaslanmayacak şekilde hazır ve niyetli. Aradaki fark bu.
HABER MERKEZİ