Alman Ceza Hukukçusu Prof. Günther Jacobs’un ortaya attığı düşman ceza hukuku, vatandaş ile düşman ayrımına dayanan çerçevesiyle, ABD’de ve Kıta Avrupa’sının büyük kısmında uygulanan bir yargılama sisteminin temelini oluşturan ve Terörle Mücadele Yasaları biçiminde yayılmış ceza hukuku anlayışının da adıdır. Jacobs’a göre, düşmanlara verilecek ceza orantısız, aşırı yüksek hapis yaptırımı içermelidir, üçüncüsü ise usule ilişkin haklar ortadan kaldırılmalıdır. “Düşman”a “gelecekteki eylemleri” öngörülerek ceza verilebilir. Mahkûm olan “düşman”a “ceza indirimi” olmaz. Eğer “düşman” hapiste ise “avukatıyla görüştürülmez” ve “dışarıyla iletişimi” engellenir. Bu uygulamaları hak eden en yüksek suçluların – “düşmanlar”- terör zanlıları olduğunu tahmin etmek zor değildir.
Ülkede yaşananları izah etmek açısından oldukça açıklayıcı bir kavramla karşı karşıya olduğumuzu söylemek gerekir. Zira “düşman hukuku” uygulaması sadece adli bir durum olmaktan çıkmış hatta adli cezalandırma bu uygulamanın sonal noktası haline gelmiş bulunuyor. Saray eliyle kurumsallaştırılmaya çalışılan zorbalık düzeni, kendi varoluşunu ve devamını bu “hukuksal” uygulamaya toplumsal bir boyut kazandırarak sağlıyor. İktidarın ve onu destekleyen tabanın çıkarlarıyla çatışan herkes düşman ilan ediliyor ve düşman ilan edilen tüm kazanılmış haklarından mahrum bırakılarak siyasi toplumsal ekonomik ve fiziki cezalandırılmaya açık hale getiriliyor. Üst kimlik üzerinden yürütülen düşmanlaştırma siyaseti gerçek toplumsal çıkarların ve ortaklıkların görünmez hâle gelmesini sağlayarak saldırının sınıfsal ve toplumsal boyutlarının da görünmez hâle gelmesine sebep oluyor. Bu haliyle saldırı altında olanların birlikteliğini de bozuyor. Düşman hukuku uygulamasının iktidar açısından en büyük ikilemi, düşmanlaştırılanların artması ile birlikte toplumsal boyutunun zayıflamasıdır. Bu zayıflama cezalandırma mekanizmasının giderek salt devletin zor aygıtları vasıtasıyla yürütülür hâle gelmesine yol açmaktadır. Zor uygulamaları kendi tabanında bile tepkiyle yol açacak bir dayanıksızlıkla ortaya konuldukça tepki de artmaktadır. Ayrıca düşmanlaştırılanlar arttıkça ve benzer saldırılarla karşılaştıkça parçalı halde duran muhalefet toplanmaya, yan yana gelmeye başlamaktadır. Bu durum iktidar açısından yıkıcıdır. Bu anlatılanlara son örnek, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’na verilen ağır ceza ve sonrasında ortaya konulan tepkilerde kendisini açığa çıkarmıştır. Kaftancıoğlu, sosyal medya hesabından 7 yıl önce yaptığı paylaşımlar yüzünden hapis cezasına mahkûm edildi. Kaftancıoğlu’na toplamda 9 yıl 8 ay 20 gün hapis cezası verildi. Bu ağır karara imza atan heyetin daha önce Selahattin Demirtaş ve Selçuk Kozağaçlı kararlarını veren heyet olduğu unutulmamalıdır. Bu dava tam anlamıyla bir intikam davasıdır. Kaftancıoğlu adliye önünde yaptığı açıklamada, “Kararlar saray odalarında alınıyor. Bu dava İstanbul’u, İstanbul halkına kazandıranları cezalandırma davasıydı. Bu karar İstanbul halkını cezalandırmaktır” diyerek bu durumu deşifre etmiştir. “Vesayet sistemi bitene kadar susmayacağız” diyerek de diz çökmeyeceğini ortaya koymuştur.
“İstanbul halkına kazandıranlar” dendiğinde kaçınılmaz olarak üç büyükşehirde belediyelere kayyum atanması ve bu uygulamanın kökenleri de ortaya çıkmaktadır. Zira İstanbul’da kazandıranlar arasında önemli bir dilimi üç şehirde belediye yönetimlerini alan HDP tabanı oluşturmaktadır. HDP, 31 Mart ve 23 Haziran sürecinde saraya kaybettirme stratejisi ile hareket etmiş, sadece İstanbul’da değil ülkenin pek çok yerinde sarayın yenilmesine yol açmıştır. Bu durum, iktidarını zora dayanarak ve güç göstererek sürdüren saray açısından telafisi zor bir sonuç olmuş, iktidar bloku içerisinde zayıf düşmüş, hem tabanında hem de partisi içerisinde hegemonya kaybına uğramıştır. Fakat ne kayyum atamaları ne de Kaftancıoğlu kararı sadece intikam saldırısı olarak okunmamalıdır. Saray ve çevresinde oluşmuş iktidar bloku devamlılıklarını sağlayabilmek açısından karşılarında oluşan birlikteliği dağıtmak zorunda oldukları gerçeği ile yüz yüze gelmiş görünüyor. Karşılarında oluşmuş blok dağıtılamazsa kaybedeceklerini biliyorlar. Kayyum saldırısı ve “terör” ile milliyetçilik üzerinden saray karşıtı birlikteliği dağıtmayı, bir taşla birden fazla kuş vurmayı hedefliyorlardı. 23 Haziran sonrası moral bulan halkı yeniden umutsuzluğa sevk etmek, HDP’yi yalnızlaştırarak verili stratejiden uzaklaştırmak, HDP kitlesinde hem sandıkta destek verdiği kitlelere hem de bizzat sandığın kendisine küskünlük sağlamak bu amaçlar arsında bulunuyordu. Gelinen noktada bu hesap pek tutmamış görünüyor. Gerek yapılan açıklamalar gerekse İmamoğlu’nun Amed ziyareti kayyum uygulamasının hedeflerine varamadığını gösteriyor. Soylu’nun İstanbul kayyumu meselesine dair mealen “kendi işini yapsın, hiçbir şey olmaz” benzeri açıklaması, iktidarın muhalefeti parçalama amacından vazgeçmediğini göstermesi açısından anlamlıdır. Kayyum ve Kaftancıoğlu kararları Demokles’in kılıcı gibi muhalefetin başı üzerinde sallandırılmaya devam edecektir. Düşman hukuku uygulaması, bu hukuku devreye koyan siyasal düzen aşılmadan ortadan kaldırılamaz. İktidar kendi marifetiyle tüm toplumsal muhalefete birlikte olmaları gerektiğini göstermiş bulunuyor. Bu birlikteliğin korunmasının ve derinleştirilmesinin nasıl olacağı sorusuna cevap verme görevi ise en başta sosyalistlere düşüyor.