Türkiye’de artış gösteren polislerin işlediği suçları değerlendiren Avukat Yasemin Soydan, ‘Kamuoyu desteği, kolluğa bu şekilde davranma hakkı sağlıyor. Kamuoyu tarafından dışlanmıyor, tam tersine orada uyguladığı güvenlik politikaları meşru görülüyor’ dedi
Türkiye’de güvenlik güçlerinin işlediği suçlarda yaşanan artışı değerlendiren, Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) İstanbul Şube yöneticisi Yasemin Soydan, Türkiye’de polislerin işlediği ve adli vaka olarak kayıtlara geçen suçların artmasının, cezasızlık politikası ve kamuoyu desteğinin sonucu olduğuna vurgu yaptı.
Cezasızlık politikasının siyasetten bağımsız değerlendirilemeyeceğine vurgu yapan Yasemin Soydan, polise bu gücü veren durumun tartışılması gerektiğini ifade ederek şunları söyledi:
“2000’den 2021 yılına kadar çocuk ölüm ve yaralanmaları ile bunun nedenleri üzerine biraz kaynakça araştırması yaparak hem veri haline getirdik hem de bu kapsamda röportajlar yaptık. Çocuk ölüm ve yaralanmaların nedenlerini araştırırken, güvenlik politikalarını da biraz inceledik ve her ölüm ile yaralanmanın da bu güvenlik politikalarına göre şekillendiğini görmüş olduk.
Bu süreci 2000 ve 2021 yılları arasında farklı dönemlere ayırmıştık. 2005 yılında kırsal kesimlerde süren çatışmalardan dolayı insan hakları ihlallerinin şekillendiğini gördük. O süreçte yoğun olarak kara mayınları ve patlayıcılar sonucu ölümler oldu.
2005-2014 sürecine baktığımızda, aslında o dönemin koşulları ile birlikte artan sivil toplum ağının ve insan hakları alanında araştırma yapan kişilerin yaptığı toplantılar, barış sürecine yönelik yürüttükleri tartışmalar, toplantı ve gösteri yürüyüşlerine ilişkin bir müdahale olduğunu gördük ve o müdahaleyle şekillenen güvenlik politikaları olduğunu gördük. Her süreç ile birlikte güvenlik politikalarının şekillendiğini gördük.
2015-2016 sürecinde de 24 saatlik sokağa çıkma yasaklarının ilan edildiği bir dönem yaşandı. Bu süreçte ağır silahlar, zırhlı araçlar ve özel harekat güçlerinin Kürt şehirlerine sevk edildiğini gözlemledik. Ölüm ve yaralanmaların çok yoğunlaştığını gördük. 2016 sonrasında ise zırhlı araçların şehir içine dahil edildiğini ve bir asayiş gücü gibi hareket ettiklerini gördük.”
‘Yasal zemin oluşturuldu’
Kürdistan’da güvenlik politikalarıyla açıklanan uygulamaların bir süre sonra Kürdistan’da kurumsallaştığı ve tüm Türkiye’ye yayıldığını dile getiren Yasemin Soydan sözlerine şöyle devam etti:
“Kırsal alanda yoğunlaşan güvenlik politikalarının şehir içlerine de yansıyarak, bütün Kürt şehirlerinde güvenlik politikalarının kurumlaştığını gördük. Bu süreç resmi olarak OHAL olarak nitelendiriliyor. Belirli süreçleri kapsadığı iddia ediliyor; ama OHAL’in de kendi içerisinde koşulları var. Uygulanacaksa geçici olması gerekiyor, sona erdiğinde derhal sosyal yaşam alanında iyileştirmeler yapılması, gerekirse psikolojik destek sağlanması ve oradaki güvenlik politikalarının derhal şehir alanlarından uzaklaştırılması gerekiyor.
Ama her dönemde ilan edilen sokağa çıkma yasakları ya da OHAL etkilerinin sürekli devam ettirildiğini; bu durumun şehir yaşamlarında sosyal yaşama dahil olan güvenlik politikaları olarak kaldığını gördük. Yani burada aslında yasal olarak da böyle bir zemin yaratıldı: Öncelikle Olağanüstü Hal Bölge Valiliği kuruldu ve buna yönelik kararnameler çıkarıldı, ardından 1991’de TMK’nin ilan edilmesi ve yürürlüğe girmesi gibi durumlarla, kolluğun yetkisinin bu ağırlıkta şehir içlerinde de devam ettirilmesinin yasal alanı inşa edilmeye çalışıldı. Hatta 2018 yılında Özel Harekat Şube Müdürlükleri de çeşitli Kürt şehirlerinde kuruldu.”
Sistematik insan hakları ihlalleri
Özel Harekat Şubesi Müdürlükleri’nin asayiş tanımının farklı olduğuna dikkati çeken Yasemin Soydan sözlerini şöyle sürdürdü:
“Bunlar (Özel Harekat polisleri) şehir içi asayiş olarak gösteriliyor, ama şehir içi asayişin belirli şartları var. Emniyet Genel Müdürlüğüne bağlı şehir içi asayiş ile Özel Harekat Şube Müdürlüğünün asayişi biraz farklı oluyor. Orada yasal olarak, sosyal yaşamı engellemeyecek düzeyde bir asayişin sağlanması gerekirken, tam tersine, güvenlik politikalarının yaşam alanının her yerine yerleştiğini ve kurumsallaştığını görüyoruz. Aslında bu yasal olarak da mümkün değilken, mümkünmüş gibi gösterilmeye çalışıldı ve bu alanda kolluğa geniş yetkiler verildi.
1990’dan bugüne, 35 yıllık süreçte kolluk, orada katmerleşen bir insan hakları ihlali sürecini gerçekleştirdi. Bu konuda yasadan yetki aldığını iddia ediyor, ama bu açıkça hukuka aykırıdır. İnsan hakları ve özgürlüklerini çok kısıtlayan fiiller bunlar. Hatta bu alanda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa Konseyi’nin birçok ihlal kararı ve bu konuda tedbir kararları da oldu. Her defasında BM’ye gönderilen raporlarda da Türkiye’ye bu politikaların sonlandırılması yönünde uyarılarda bulunuluyor.
Ancak maalesef ki, Kürt şehirlerinde güvenliği sağladığı gerekçesiyle orada kolluk baskısı ve kolluk gücü yerleştiriliyor ve bu konuda kamuoyundan da onay almış gibi gösteriliyor. Bu aslında kendini meşrulaştırmanın bir aracı haline getiriliyor. Medyaya da bu, olumlu olarak yansıtılıyor. Medyada çok az bir kesim bunu objektif olarak değerlendiriyor; ulusal medya bunu destekler nitelikte bir yaklaşım sergiliyor.
Bu 35 yıllık süreçte, Kürt şehirlerinde uygulanan bu politikalar ve güvenlik politikaları, buradan başlayıp aslında bütün Türkiye’nin her yerine yerleştirilmiş oluyor. O meşrutiyetini istisna halinden alıp bunu kural haline getiren bir yaklaşım oluyor ve kolluk da bu yetkisini kötüye kullanarak, orada güvenlik açısından bulunduğu gerekçesiyle tüm yaşam alanlarında kendi keyfi tedbirlerini, kendi keyfi baskısını oluşturmak için bir meşruluk sağlamış oluyor.”
‘Yetkiyi devletten alıyor’
Cezasızlık politikalarının bu süreci etkilediğini, ancak bunun yanında kamuoyunda da kolluğa destek oluşturulduğunu söyleyen Yasemin Soydan, haklarında soruşturma dahi açılmaması onlara her şeyi yapma gücü verdiğini dile getirdi:
“Cezasızlık politikası bunu çok ciddi etkiliyor. 35 yıllık süreçten bahsettik ama daha öncesine dayanıyor. Bu süreçte yüzlerce çocuk, yüzlerce sivil öldürüldü. Zorla kaybettirmeler, toplu katliamlar, köy boşaltılmaları gibi çok fazla hak ihlali gerçekleştirildi ve oradaki hiçbir kolluk mensubu yaptığı bu fiilden dolayı ceza almadı. Bu çok ciddi bir sonuç ortaya çıkartıyor. Binlerce vaka ve hak ihlali gerçekleşti, ama kolluk suç kapsamında cezai bir sürece maruz kalmadığında, birini öldürmek ya da birini istismar etmek gibi birçok eylem onun için hukuk nezdinde bir sonuç yaratmayacak bir noktaya geliyor.
Bu da kolluğun keyfi davranmasına ‘ne de olsa bana bir şey olmaz’ gibi bir yaklaşımla hareket etmesine neden oluyor. Kolluk yetkilileri hakkında soruşturma başlatılması için soruşturma izninin alınması da aslında bu duruma bir katkı sağlıyor. Bir kişi hak ihlaline uğradığında ve ilgili mercie başvurduğunda, kolluk hakkında soruşturma açılıp açılmayacağı tartışmalı hale geliyor.
Aslında bu cezasızlık kapsamında kolluğun yaptığı şu oluyor: Bir eylemi yapmaktan çekinmemek; istediği her şeyi yapabilme ve bu yetkiyi de yasadan almak. Yani bu yetkiyi erkten, devletten alma durumu ortaya çıkıyor. Dolayısıyla birey bunun karşısında duramayacağını, bir söz söyleyemeyeceğini zaten önden kabul etmiş oluyor. Bu da kolluğun çok keyfi davranmasına neden oluyor.
Bir yerden sonra, Kürt şehirlerinden uyguladıkları politikalar ve uzun süreli uyguladıkları hak ihlalleri nedeniyle, başka yerlerde de bu eylemi sürdürmeye başlıyorlar. Bu durum kolluğa belirli tarzda hareket etme ve keyfi davranma yetkisi tanıyor ve başka yerlerde de görev yaptığında Türkiye’nin her yerine yayılmış bir politika halini alıyor. Adli vakalarda dahi kolluk, kişiyi koruyucu bir refleks yerine onun üzerine tahakküm kurma gibi bir refleks geliştirmiş oluyor.”
‘Tek başına güvenlik politikası olarak tanımlamak yanlış’
Sorunun yalnızca kolluğun tek başına güvenlik politikalarıyla, yalnız cezasızlık politikasıyla izah etmenin eksik ve yanlış olduğuna dikkati çeken Yasemin Soydan, kolluğun işlediği suçlara bir kamuoyu desteğinin olduğunu dile getirdi:
“Kolluğun bunu tek başına yapması böyle bir sonuç doğurmuyor; cezasızlık politikası da tek başına sonuç doğurmuyor. Kamuoyu desteği, kolluğa bu şekilde davranma hakkı sağlıyor. Kamuoyu tarafından dışlanmıyor; tam tersine, orada uyguladığı güvenlik politikaları kamuoyu tarafından meşru görülüyor. Yani orada güvenlik için bunu yapıyor gibi bir algı oluşuyor, ancak sivil yaşama müdahalede bulunuyor ve ciddi hak ihlalleri gerçekleştiriyor. Bu kısmı da güvenlik politikası adı altında değerlendirmek samimi olmuyor; bir çeşit, kendi konumu itibariyle yorumlama oluyor.
Mesela, sokağa çıkma yasakları sürecinde özellikle medyaya yansıtılan kolluğun fiilleri çok farklı, olumlu bir şekilde yorumlandı. Duvar yazıları yazıldı, evler tahrip edildi, birçok eylem gerçekleştirildi ve bu eylemler sanki iyi bir şeymiş gibi yansıtıldı; kamuoyu da buna destek verdi. Kamuoyunun anlamadığı şey şu oluyor: Orada bir suç gerçekleştiriliyor. Buna karşı samimi bir yorumlamaya gitmezsen, bu durumda hak ve adalet tartışması da bambaşka bir noktaya geliyor. Hukukun toplum için yararlı olduğu kısmı bir tarafta kalıyor ve azınlıklara yönelik yapılan her türlü muamele hukuken geçerlidir algısı yaratılmış oluyor. Bu konuda büyük bir ödün de verilmiş oluyor. İnsan hakları ve özgürlükleri alanında, bazı insan hakları ve özgürlüklerini kabul etmek; ancak ihlaller kendi alanında dokunduğunda bunu kabul etmemek mümkün değildir. Bu, insan haklarının güvencesini de sarsan bir durum olur.
Burada yapılması gereken, bütün toplumların, bütün azınlık kesimlerin ve Türkiye’de yaşayan herkesin bu güvenlik politikalarını samimi bir şekilde irdelemesi gerekiyor. Çünkü Kürt şehirlerine uygulanan güvenlik politikaları çok derin sorunlar barındırıyor ve hukukun güvencesinin sarsılmasının büyük bir boyutu orada gerçekleşiyor. Biz sivil toplum kuruluşları ve hukukçulara düşen de bunları hukukun amacına uygun yorumlamaktır. Yapılan hak ihlallerini doğru bir hukukçu tarifi ile yorumlamak ve bunun yasal güvenceye kavuşması gibi durumları engellemektir.”
Kaynak: ANF