Bu 50 yıllık çığlık sayesinde Kürt ve Kürdistan gerçekliği, yalnızca ulusal değil, uluslararası kamuoyunda da geri döndürülemez bir hakikat olarak yerini almıştır. Çığlık amacına ulaşmıştır
Engin Barin
Bir halkın başına gelebilecek en ağır felaketin soykırım olduğu söylenir. Ancak bundan daha ağır bir durum vardır: Soykırım uygulamalarının bir toplumsal yaşam biçimine dönüşmesi. Ölümün, asimilasyonun, inkârın ve kültürel dejenerasyonun alışılmış bir hale dönüşmesidir. (Camus’un Veba romanı bu konuyu çok incelikli işler) Yaşama benzeyen, fakat artık tam anlamıyla bir yaşam olmayan bu durum; halkı ne tamamen ölü ne de gerçekten canlı kılar. Bu, kültürel bir soykırım rejiminin ürettiği şekilsiz, kurumsuz ve işlevsiz bir halk gerçekliğinin, süresiz bir unutulma hali içinde tutulmasıdır. Abdullah Öcalan, bu durumu anlatırken yalnızca klasik sömürgecilik tanımlarıyla yetinmez. Sömürge kavramının kendisinin bile bu çürütülmüş gerçekliğini açıklamakta yetersiz kaldığını ifade eder. “Sömürge ötesi” olarak tarif ettiği bu hal, ona göre artık bir “mezarlık” ya da “çöplük” düzeyine ulaşmıştır. Bu tarif bir teşhis değil, aynı zamanda bir çağrıdır: İtiraz da, direniş de, inşa da işte bu “sömürge ötesi” çöplük rejimine karşı geliştirilecektir.
Bu çerçevede Kamerunlu düşünür Achille Mbembe’nin kavramsallaştırdığı “nekropolitika”, modern iktidarın yalnızca yaşamı değil, ölümü de yönettiğini açıklar. Mbembe’ye göre iktidar artık öldürerek değil, yaşarken anlamsızlaştırarak, değersizleştirerek, süründürerek hüküm sürmektedir. Yaşamak, çoğu zaman onursuz bir ölümden bile daha aşağı bir hale getirilmiştir. Bu durum Kürdistan için fazlasıyla tanıdık; dilini konuşamayan, geçmişini bilmeyen, geleceğini tahayyül edemeyen bir gençlik. “Kuro”, “lawik”, “keko” gibi Kürtçe kelimelerin hakaret olarak kullanılması, sarı torba gibi soykırımı sıradanlaştıran sembollerin normalleşmesi, uyuşturucunun ve fuhşun idari enstrümanlara dönüştürülmesi; tümüyle bu nekropolitik rejimin tezahürleridir. Koruculuk sistemi ise halkla devlet arasında oluşturulmuş suç ortaklığı düzenidir.
Öcalan’ın “sömürge bile değil” diyerek tarif ettiği bu durum, artık doğrudan bastırma ya da açık inkâr değil; daha sofistike bir imha stratejisi ile işlemektedir. Parçalama, dağıtma, işlevsizleştirme, çarpıtma ve kimliksizleştirme… Her şey görünürdür ama hiçbir şey gerçekte var değildir. Kurumlar vardır ama işlemez; diller vardır ama konuşulmaz; aileler vardır ama tarihsizleşmiştir. Mbembe’nin ifadesiyle: mekânlar yaşanmaz, kimlikler sahiplenilmez hale gelmiştir.
Bugün geldiğimiz noktada, Kürtlük yalnızca biyolojik bir varoluş değil; nekropolitik bir figür haline getirilmiştir. Bu tablo karşısında Öcalan’ın geliştirdiği paradigma sadece politik bir program değil; varlıkla yokluk arasındaki bu sarkaçta Kürdistan’ın son çığlığı olarak yükselmiştir. Bu 50 yıllık çığlık sayesinde Kürt ve Kürdistan gerçekliği, yalnızca ulusal değil, uluslararası kamuoyunda da geri döndürülemez bir hakikat olarak yerini almıştır. Çığlık amacına ulaşmıştır.
Ancak bu hakikatin tanınması, tarihsel tahribatın onarımı anlamına gelmez. Kürt halkının toplumsal dokusu, dili, kurumları, hafızası büyük ölçüde tahrip edilmiştir. Savaşın bitmesi bu durumu kendiliğinden tersine çevirmeyecektir. Direniş elbette anlamlıdır; fakat bu tahribatın aşılması, yapısal bir yeniden inşa süreciyle, yani içe dönük ahlaki ve politik bir stratejiyle mümkündür. Öcalan’ın PKK’nin 12. Kongresi’ne sunduğu perspektif, tam da bu stratejik yönelimi tanımlar. Evet, hayalinde Kürdistan olanların direnişi sayesinde Kürdistan muhayyel olmaktan çıkmış; hafızalarda silinmez bir gerçekliğe dönüşmüştür. Ancak şimdi görev, bu yüzyıllık tahribatı onarmak; Kürdistan’ı ahlaki ve politik bir toplum temelinde hak ettiği tarihi konumuna taşımaktır. Öcalan bu çürümüşlük halini teşhis ederken, “çöplük” nitelemesini sakınmadan kullanır. Ama aynı zamanda bu çöplüğü gülistana çevirecek toplumsal inşa perspektifini de ortaya koyar. Çünkü yeniden inşa, bir halkın kendi eliyle gerçekleştireceği bir süreçtir.
Çünkü Kürdistan’da nekropolitika yalnızca devletin uyguladığı bir mekanizma değil; halkın da alıştırıldığı, çaresizce kabullendiği ve maalesef zamanla normalleştirdiği bir haldir. Ölüm ya da çöplük biçimleri yalnızca yukarıdan dayatılmaz; aşağıdan da rıza ile pekiştirilir (Gramsci). “Unutmak”, “susmak”, “katlanmak” da bu çöküş biçimlerinin gündelik ifadesidir. Bu nedenle bugün, en büyük direniş biçimi hatırlamaktır, konuşmaktır, katlanmamaktır. Hafızayı, dili, tarihi ve umudu yeniden kurmak; hem direnişin hem de inşanın ilk adımıdır.
Bize düşense, bu inşaya bir bayram coşkusuyla katılmak; her yeni adımda, bu uğurda can vermiş olanları onurlandırmaktır. Anlamı çarpıtan, moral bozan ya da “Judenrat”vari rollerle süreci zehirleyen figürlerle vakit kaybetmeden; Kürt ve Kürdistan gerçekliğini toplumsal inşa ile yaşamsallaştırmaktır.