Türkiye’nin “Barış Pınarı” adını verdiği ve popüler tabiriyle Fırat’ın doğusuna yapılan harekat(!) onuncu gününde ABD’nin devreye girmesi ile durdu, 22 Ekim’de de Rusya ile yapılan görüşme çerçevesinde “sona erdi”. Sona erdiğini, bittiğini de Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov açıkça beyan etti.
Varılan mutabakat metnine verilen tepkilere Twitter gibi sosyal medya kaynaklarına baktığımızda, Kürtlerde belirgin bir hüzün ve/veya öfke var. Türkiye’deki yetkili ağızların da zafer kazanmış bir eda ile kitlelere bu “zaferi” empoze etmeye çalıştığını görüyoruz.
Peki, Kürtlerin hüznü ya da öfkesi neden? Rojava diye tabir edilen bölgede, halkların demokratik ulus ile katılımcı demokrasi (radikal demokrasi de diyebiliriz) temelinde ve halk meclisleri temelli yönetim anlayışı, Ortadoğu’daki ulus-devletlere karşı bir alternatif olarak sunuluyordu.
Tarihsel gelişimini kendince araştıran birisi olarak, bu modelin Murray Bookchin’den etkilenilen ve Ortadoğu’da sentezi ve uyarlaması yapılan bir model olduğunu söylemem mümkün. Vermont’un tarihsel katılımcı demokratik kültürü ile Ortadoğu’daki ataerkil ve baskıcı yönetimlerin farklılıkları yüzünden modelin birebir uygulanması dahi akademik çalışmalara konu olmuştu.
Bu tarz bir yaşamı inşa etmek, demokratik kültürü olmayan ortamlarda “terör” damgası yüzünden tartışılamaz hale getirilmektedir. Şöyle diyelim: kendi haklarını belirlemek için özgürlükçü belediyecilik temelli bir anlayışın, ulus-devlet temelli anlayışlara karşı bir karşı çıkışıdır demokratik ulus paradigması. Amacı “terör” değil bilakis yönetimin halk meclislerine bırakıldığı ve kararların bu meclislerce alındığı bir yaşam ve yönetim tarzını ifade eder.
Ancak, Bookchin’in de Geleceğin Devrimi eserinde belirttiği gibi, güçlenen yerel yönetimler, merkezi otoritenin hoşuna gitmeyecektir. Merkezi otorite kapıya dayandığında ya kazanımları korumak için mücadele edilecektir ya da kazanımların gaspına rıza gösterilecektir. Buradan, kayyumlar tarafından ele geçirilen belediyeler ile Kuzeydoğu Suriye’de yaşananların ortak noktasına erişmiş oluyoruz.
Bunların arkasında, yerel yönetimler bazında güçlenen bir halk inisiyatifi ve bu inisiyatife izin vermek istemeyen otoritenin karşılıklı mücadelesi yatmaktadır. Aslında, bu idare tarzı tüm Ortadoğu’ya demokratik bir yaşam imkanı sunabilir ancak görülüyor ki inisiyatif sahibi olanın Kürtler olmasının yarattığı huzursuzluk bir çok karşı çıkış ve bastırmayı beraberinde getirmektedir
Öte yandan, Kürtlere ve onlarla birlikte yaşayan halklara karşı yapılan bu eylemlerin Türkiye’deki siyasi iktidara ne kazandırdığına bakalım ya da cevabı baştan verip sonrasına bırakalım açıklamayı: ‘Koca bir hiç’.
Savaşın başladığı günden bu yana, Esad’ı ‘Esed’ yapıp, gitmesi yani devrilmesini istediğini aralıksız dile getiren siyasi iktidar bu isteğinin gerçekleşmediğini, hem de yazılı olarak, kabul etmiştir. Soçi’de varılan mutabakatın ilk maddesinde, Suriye’nin toprak bütünlüğü ve siyasi yapısının birliğine yönelik teminat verilmiştir. Esad’ın başkanlığı çok açık şekilde kayda alınmış ve tanınmıştır.
Rusya ile imzalanan mutabakatta, YPG’nin silahları ile birlikte çekilmesi kaydı mevcut. ABD ile varılan mutabakat doğrultusunda silahların alınması söz konusu iken, Rusya ile yapılan anlaşma sadece çekilmeyi kayda bağlıyor. Bu anlamda DSG’nin rejim ile anlaşmasına rıza gösterilmiş oluyor. Bu konuda YPG’nin Suriye ordusuna entegre edilip edilmeyeceğini zaman gösterecektir.
Türkiye’ye bağlı grupların sorumluluğunun kimde olduğundan hareketle, Hevrin Khalaf’in vahşice katledilmesinden, BM ve Uluslararası Af Örgütü beyanlarına yansıyan tutumlardan dolayı ileriki dönemlerde ve gerektiğinde ortaya konulacak fiiller kayıt altına alınmıştır. Bunlar, gerektiğinde faillerinin başını ağrıtmaya devam edecektir. İnsani anlamda ise tartışılmayacak bir dram yaşanmıştır ve uluslararası anlamda yaygın bir şekilde teşhir edilmiştir.
Haliyle, savaşın başından bu yana Türkiye’deki siyasi iktidarın Suriye politikasına dair istediği şeylere ulaşma noktasında başarılı olup olmadığını kısaca göstermiş oluyoruz. Günde birkaç kere değişebilen Ortadoğu politikalarının arı yuvasına çomak sokma kıvamını gelmesini tetiklemek, savaşın kazanan tarafı olmayacağına dair söylemleri bir kez daha yüzümüze vurmaktadır adeta.
Evet, harekat(!) bitmiştir. Bence kısa dönemde kazananı yoktur. Ancak bir yanda, yaptığı icraatlar sonucu uluslararası kamuoyunda yaptırımlara uğrayan, ekonomisi kötü sinyaller veren, saldırganlığı sonucu çözümden uzak bir anlayış ile istediklerini elde edemeyen ve daha çok saldıran bir taraf, diğer yanda da kimlik ve ulus mücadelesinde toplumsal anlamda kazanım sağlamış bir taraf var. Hangisinin orta ve uzun vadede daha güzel günlere ulaşacağını görebileceğiz.
*Bu yazı gazetekarinca.com’dan kısaltılarak alınmıştır.