Halkları arasında barışı sağlayamayan otoriter rejimler, yüzbinlerce cana mal olan kıyımların, milyonların göç etmek zorunda kaldığı yerinden edişlerin, yıllarca süren iç savaşların ardından birer birer yıkılıyor. Toplumsal barışı sağlamak yerine halklar arasında kutuplaşma yaratarak varlığını sürdürmeye çalışan rejimlerin yıkıntısı altında kalan sadece diktatörler olmuyor. Yıkılan diktatörlüklerin ardından halklar arasındaki kutuplaşmayı ortadan kaldıracak demokratik rejimler kurulamıyor; aksine var olandan daha despot ve hatta Suriye’de olduğu gibi insani hiçbir değeri tanımayan -emperyalist güçlerin güdümünde- Cihatçılardan devşirme gruplar yönetime getiriliyor.
Emperyalizmin dizayn ettiği oyunun yeni piyonları olarak yönetime getirilen otokratlar, toplumsal barışı sağlamak bir tarafa din, mezhep, etnik köken üzerinden halklar arasındaki ayrışmayı daha da derinleştiriyor. Afganistan, Irak, Mısır, Lübnan, Libya, Suriye ve diğer birçok Ortadoğu ve Afrika ülkesinde karşımıza çıkan bu tablo gösteriyor ki emperyalizmin kurdurduğu otokrat rejimlere teslim olmamanın tek yolu halklar arasında barışı sağlamaktan geçiyor. Toplumsal barış sağlanmadan halklar arasında ayrımcılığa son verip eşit yurttaşlık temelinde laik, demokratik bir hukuk devleti inşa etmek mümkün değil.
Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut anayasası, toplumsal barışın en temel ilkesi olan “laik, demokratik bir hukuk devleti” olma vasfını içermekle birlikte, İttihat ve Terakki’den alınan mirasın devamı olarak ulus devletleşme sürecinden bu yana -kapitalizmin dönüşüm dinamiklerine bağlı olarak kimi değişimlere uğrasa da- “milli” olma prensibini Sünni-Türklük üzerine kurmuş; bunun dışında kalan ırk, din ve mezheplere yönelik ayrımcılığa dayanan milliyetçiliği müesses nizamın en temel ilkelerinden biri haline getirmiştir. Böylece 20. yy başlarından itibaren Misak-ı Milli sınırları içinde yer alan halklar (Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Aleviler vd) ayrımcılığa uğramış, varlıkları inkâr edilmiş ve hatta imha edilmeye çalışılmıştır.
Sünni-Türklük prensibine dayanan müesses nizamın varlığı, toplumsal barışı engellediği gibi Türkiye anayasasında yer vermesine rağmen ne laik ne demokratik ne de hukuk devleti olma vasfını tam anlamıyla yerine getirememiştir.
Bahçeli’nin 1 Ekim’de başlattığı ve DEM Parti heyetinin İmralı’daki görüşmesiyle devam eden süreç, “Devletin yüzyılı aşkın süredir müesses nizamı haline gelmiş olan prensibi değişiyor mu?” sorusunu da beraberinde getirmektedir. Bu sorunun sebebi, süreci başlatan Bahçeli’nin Sünni-Türklüğe dayanan milliyetçiliği bayrak edinmiş olan MHP’nin lideri olmasından kaynaklanmaktadır. Daha düne kadar Kürtlerin siyasal ve kültürel haklarını tanımayan, barış sözcüğünü dillendirenleri “vatan haini” olarak itham eden Bahçeli’deki bu ani değişimin ne kadar samimi olduğu konusunda tereddütler vardır. Özellikle 2012-2015 arasındaki müzakere sürecine karşı tavrı ve 7 Haziran seçimleri sonrası AKP ile ittifak kurarak iktidarı yeniden elde etmek için ülkenin “cehenneme” çevrilmesi ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adıyla kurulan otokratik rejime verdiği katkı düşünüldüğünde, bu tereddütlere hak vermemek mümkün değildir. Benzer tereddütler, elbette Erdoğan için de geçerlidir.
Ancak Suriye’de son dönemde yaşanan -yazının başında sözünü ettiğimiz- gelişmelerin de gösterdiği gibi içinde yer aldığımız coğrafyada halklar arasında yaratılan ayrımcılık ve kutuplaşma üzerinden bir egemenlik sürdürmek artık mümkün değildir. Dolayısıyla Bahçeli’nin başlattığı, Erdoğan’ın “iç cepheyi güçlendirmek” olarak ifade ettiği bu ani dönüşümün, Kürt halkının taleplerini yerine getirecek ve demokratikleşmenin önünü açacak yeni bir çözüm sürecini başlatmaktan ziyade; müesses nizam haline gelmiş olan Sünni-Türklüğe dayalı “tekçi” zihniyetle yola devam edilemeyeceğinin görülmüş olmasının bir tezahürüdür. Zaruret haline gelmiş olan “tekçi” anlayıştan dönüş için Abdullah Öcalan’ın ve DEM Parti’nin Kürt halkının temsilcisi olarak varlığı ve muhataplığı Türkiye için büyük bir olanaktır.
Bugün iktidarın sahibi olarak Erdoğan ve Bahçeli’nin bu olanağı -daha önce olduğu gibi- heba etmemesini umuyorum. Ama bu arada sürecin sadece iktidar temsilcileriyle yürütülemeyeceğini, barışın mutlaka toplumsallaştırılması gerektiğinin de altını çizmek istiyorum.
Barışın toplumsallaşması şüphesiz devlet/iktidar dışı kurumların da sürece katılımı ile olacaktır. Zira yüzyılı aşkın süredir devlet politikası olarak Sünni-Türkçülüğe dayalı milliyetçilik anlayışının yarattığı düşmanlıkların ortadan kaldırılması kolay değildir. İYİ Parti, Zafer Partisi ve benzerleri MHP’nin “halklar arasında yaratılan kutuplaşma üzerinden var olma” siyasetini vakit kaybetmeden sahiplenme yarışına girmişlerdir.
Öte yandan kendisini sosyal demokrat ve hatta solda tanımlayan kimi siyasetler ve/veya kişiler ise çözüme kategorik olarak karşı olmadıklarını belirtmekle birlikte Kürt sorununun nedenlerini sorgulamadan, kutuplaştırma siyasetinin propaganda söylemlerini ve çatışma sürecinin acılarını gündeme getirmektedir. Bu yaklaşım, -açık olarak ifade etmeseler ya da niyetleri bu olmasa da- mevcut müesses nizamı sürdürme anlamına gelmekte ve toplumsal barışın önünde engel oluşturmaktadır.
Sözün özü: Toplumsal barışı sağlayamayan otokrasilerin birer birer yıkıldığı bir dönemde başlayan süreç, Kürt sorununun çözümünün ötesinde Cumhuriyet’in varlık-yokluk meselesi haline gelmiştir. AKP/MHP otokrasisinin bu sürecin bir tarafı olması birçok haklı kaygıyı beraberinde getirmektedir. Ancak “İstemezük!” diyerek bu sürece karşı olmak, Türkiye halkları için geri dönüşü olmayacak ağır bedelleri de beraberinde getirecektir. Bu nedenle siyasi partilerin, sendikaların, tüm demokratik kitle örgütlerinin ve her bir yurttaşın laik, demokratik bir hukuk devletini inşa etmek için “temkinli bir iyimserlik” içinde bu sürece destek vermesi gerekmektedir!