Çözüm, ancak yerel iradenin tanınması, Kürt kimliğinin anayasal güvenceye alınması ve bölgeye özgü kalkınma projeleriyle mümkün olabilir. Aksi takdirde, Türkiye’nin doğusu ile batısı arasındaki uçurum her anlamda derinleşmeye devam edecektir
Mesut Bor
Türkiye’de Kürtlere yönelik kayyum politikası, özellikle 2016 sonrasında yoğunlaşan bir merkezi iktidar pratiği olarak, toplumsal yaşamın her alanında kırılmalara yol açtı. Bu politikanın etkileri, siyasetten ekonomiye, kültürden gündelik hayata kadar uzanan çok katmanlı bir kriz olarak karşımıza çıkıyor. Diyarbakır’da seçilmiş belediye başkanının görevden alınarak yerine kayyum atanması, sadece bir yönetim değişikliği değil, aynı zamanda yerel halkın siyasi iradesinin görmezden gelinmesi anlamına geldi. Örneğin, 2019’da HDP’nin kazandığı belediyelerin büyük bölümüne kayyum atanması, Kürt seçmenin sandıkta ortaya koyduğu tercihin iktidar eliyle bastırıldığı bir süreci işaret etti. Bu durum, Kürtler arasında “devletle aramızdaki bağ koptu” gibi söylemleri yaygınlaştırdı ve gençlerin siyasete olan inancını derinden sarstı.
İlginç olan şu ki, Öcalan ile diyalog kanalları açık tutulurken Kürtlerin kazandığı belediyelere, siyasetçilerine ve Özgür Basına yönelik operasyonlar devam ediyor. Bu ikircikli tutum taraflar arasında derin bir güvensizlik yaratmaktan öteye gidemiyor.
Kayyum uygulamalarının en ağır sonucu, yerel demokrasinin fiilen ortadan kaldırılması oldu. Seçilmiş belediye başkanlarının yerine atanan kayyumların, genellikle bölgenin sosyo-ekonomik ihtiyaçlarını görmezden gelen ve merkezi hükümetin politikalarını dayatan isimlerden oluşması sürecin Kürtlerin siyasi katılımını engellenmek ve çözüme dair umutları yok etmeyi amaçlamaktadır.
Sosyal yaşamda belediyelerin sunduğu kamusal hizmetlerin kesintiye uğraması, toplumsal dayanışma ağlarını çökertti. Mardin’de kadın kooperatiflerinin kapatılması binlerce ailenin geçim kaynağını yok ederken, Van’da Kürtçe dil kurslarının yasaklanması, anadilde eğitim hakkının engellendiği bir gerçekliği gözler önüne serdi. Şırnak’ta engellilere yönelik ücretsiz sağlık hizmetlerinin askıya alınması gibi örnekler, kayyum politikasının en savunmasız kesimleri nasıl hedef aldığını ortaya koydu. Bu süreçte, kentlerdeki işsizlik oranları patlarken, gençler arasında umutsuzluk ve öfke birikimi giderek arttı. Batman’da tarım projelerinin durdurulmasıyla çiftçiler borç batağına sürüklendi, Diyarbakır’da kültürel miras çalışmalarının sonlandırılması ise Kürtlerin tarihle olan bağlarını kopma noktasına getirdi.
Kültürel alanda yaşanan tahribat, kimliğin kamusal alandan silinmesi çabalarıyla daha da derinleşti. Newroz kutlamalarına getirilen yasaklar, Kürtçe tiyatro oyunlarının engellenmesi ve dengbej geleneğinin desteksiz bırakılması, kültürel hafızanın aktarımını imkânsız hale getirdi. Örneğin, Diyarbakır’daki Dengbej Evi’nin kapatılması, sadece bir mekânın kaybı değil, yüzyıllık sözlü edebiyatın sessizce yok edilişi anlamına geldi. Bu politikalar, Kürt kimliğini bir “direniş sembolüne” dönüştürürken, genç kuşaklar arasında kimlik vurgusunun daha keskin bir siyasi ton kazanmasına neden oldu.
Ekonomik sonuçlar ise bölgenin kırılgan yapısını çöküş noktasına taşıdı. Kayyum atanan belediyelerde artan yolsuzluk iddiaları, kaynakların verimsiz kullanımı ve temel hizmetlerin aksaması, yoksulluğu kronik bir sorun haline getirdi. Örneğin, Mardin’de akıllı otobüs projesi için harcanan 10 milyon TL’lik bütçenin çöpe gitmesi, halkın devlet kurumlarına olan güvenini tamamen sarstı. Batman’da işsizlik oranının %68’e ulaşması, gençlerin göç etmekten başka çaresi kalmadığı bir tablo yarattı. Bu ekonomik çöküş, Kürt coğrafyasını sosyal patlamalara açık hale getirirken, bölgedeki çatışma dinamiklerini de besledi.
Tarihsel olarak bakıldığında, kayyum politikası 1990’lardaki köy boşaltmaları ve zorunlu göçle başlayan Türk-Kürt geriliminin yeni bir evresini temsil ediyor. Ancak bu kez araçlar daha sofistike: Yerel yönetimler üzerinden siyasi kontrol, kültürel asimilasyon ve ekonomik kırılganlık. Uluslararası arenada ise Avrupa Birliği’nin insan hakları raporlarından Birleşmiş Milletler’in uyarılarına kadar pek çok kurum, bu politikaları eleştiriyor. Almanya’nın kayyum atanan belediyelere insani yardım göndermesi gibi adımlar, meselenin artık küresel bir boyut kazandığını gösteriyor.
Kayyum politikası Türkiye’nin hem demokratik geleceğini hem de toplumsal barışını tehdit eden bir işlev görüyor. Batman’da tarımın çöküşü, Diyarbakır’da kültürel hafızanın silinmesi veya Mardin’de kadınların ekonomiden dışlanması gibi somut örnekler, bu politikanın insani maliyetini tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Çözüm, ancak yerel iradenin tanınması, Kürt kimliğinin anayasal güvenceye alınması ve bölgeye özgü kalkınma projeleriyle mümkün olabilir. Aksi takdirde, Türkiye’nin doğusu ile batısı arasındaki uçurum her anlamda derinleşmeye devam edecektir.