Balıkların suyun içerisinde yüzdüğü gibi insanlar da tarihin içerisinde yüzerlermiş. İçerisinde bulunduğumuz zaman kesiti olarak “an” ve anda somutlaşan gündelik sorunlar, farklı zaman kesitlerinde oluşmuş ve birikerek bugüne gelmiş çelişkilerin karmaşık bir görüntüsünden ibarettir.
Bugün artık halkın tamamını tehdit eden gündelik yaşam krizi birden ortaya çıkan bir sendrom değildi. Gündelik yaşam krizi birike birike gelen ve AKP’li neoliberal yıllarda önemli sıçramalar yaşayan üretim, bölüşüm ilişkileri ile bu ilişkileri yönetebilmek, kontrol altında tutabilmek için sürekli manevralar yapan siyasal rejimin ürünü olarak ortaya çıktı.
Söz konusu manevralar doğasında despotizm bulunan devletin, yaşam hakkı için siyasal müdahalelerde bulunan her kesime karşı verdiği reaksiyonlardan ibaret. Giderek daha ceberut, giderek daha az esnek hale gelen yapı aynı zamanda bu dönüşüme yasal dayanaklar da sağladı. Yasal düzenlemeler, fiili uygulamalar değil yalnızca, anayasal bir değişiklik de söz konusuydu.
Gündelik yaşam krizine dönecek olursak, halk güçlerinin daha modern devletin kuruluşundan itibaren mücadeleyle kazandığı kimi demokratik kazanımların tasfiyesiyle birlikte artık halk yararına bağlayıcı hiçbir hukuk düzenlemesinin kalmaması bu olguyla iç içedir. Neoliberal katliama dönüşen her bir felaketin, 6 Şubat depremlerinin, sellerin, iş cinayetlerinin, Soma’nın, yangınların yarattığı her bir yıkım bu düzenin mahkemelerinde aklandı.
Kürt halkının siyasal temsilcilerinin on binlercesinin tutuklandığı, bilhassa Suriye savaşıyla birlikte Alevi halkının üzerindeki baskıların kat kat arttırıldığına tanık olduk. Ancak ölmek, baskı görmek ya da büyük bir felaket yaşamak için Alevi veya Kürt olmaya gerek yoktu. İnsanların sokakta yürürken bile yaşam haklarının ihlal edilebileceği bir düzen oluştu. Diğer yandan kriz koşullarında soygun sözcüğüyle bile ifade edilmesi hafif kalacak bir servet transferi gerçekleşiyor ve mevcut yasama organı darphanenin para basması misali sermayeye adeta yasa basıyor.
Halk güçlerine karşı rejimin bu arsız meydan okumasının ne denli etik dışı, kötü ya da canavarca olduğuna dair bir dehşet duygusuyla yazılmadı bu satırlar. Dehşet duygularını bir katarsisle açığa çıkarmak veya düzene etik eleştiride bulunmak bizim işimiz değil. Derdimiz bütün bu meydan okumanın arkasında tek bir gerçekliğin olduğunu ifade etmek: Ezilenlerin yaşamsal ihtiyaçlarını temsil eden bir siyasal projelerinin olmaması.
Yaşamsal ihtiyaçların gündelik düzen siyasetinde çokça dillendirilmeleri, rejimin inim inim inlettiği kitlelerin giderek yükselen öfkeleri ya da siyasal iktidarın her gün yeni bir olayla/skandalla teşhir olmasının konunun siyasal çözümünü kendiliğinden getirmeyecektir. Daha doğrusu bunca hoşnutsuzluk siyasal edim açısından hemen hemen hiçbir şey ifade etmiyor.
İşte bu noktada girişte değindiğimiz tarihin içerisinde yüzme konusuna geri dönebiliriz. Bu toprakların modernleşme projesinin çarpıklıklarının, söz konusu projenin şekillenmeye başladığı 1920-25 yılları arasındaki hızlı aksiyonların, gerek ürettiği rejim krizi dinamiklerinin (Kürtler ve Aleviler) gerekse de sermaye ile kurduğu özgün ilişkilerin ürettiği gerilimler içerisinde yüzüyoruz. Bütün bu tahakküm ilişkilerinin AKP eliyle kat kat yetkinleştirildiği, kapitalist ilişkilerin ülkenin her bir noktasına sokulduğu günümüz düzeninde söz konusu gerilimler daha da şiddetleniyor, çığırından çıkma eğiliminde olan dünya gerçekliğiyle beraber çılgınca seyrediyor.
Süreklileşmiş baş ağrısına benzeyen söz konusu gerilimler artık bizim gerçekliğimiz. Başlıkta ifade edilen çözüm, herkesin anladığı şeyi ifade ediyor. Devletin Kürt Özgürlük Hareketi’nin özneleri ile başlattığı süreci imleyen bir ifade idi. Evet, bir çözüm olacaksa bu çözümün öznesi anda biriken gerilimlerin yaşamlarını yıkıma uğrattığı bireyler ve toplumsal güçler olacaktır. Kürt sorunu var olan ölüm/sömürü düzeninden bağımsız değil. Ezilen her bir kesim dolayımlarla bu soruna bağlı. İşçi sınıfından tutun Alevilere kadar herkesin çıkarı ve dolayısıyla siyasal pozisyonu aslında nesnel olarak bir ortaklık zeminde buluşmaya yazgılanıyor. Bu toplanma alanı çok daha geniş. Yangınlarla, depremlerle yaşamı yıkıma uğrayanlar, eğitim zayiatı olarak ölenler, kaza görünümlü cinayetlerin, nefret cinayetlerinin hedefi olanlar…
“Yaşamı yıkıma uğratılanları bir siyasal proje altında buluşturmak iyi olur aslında” ya da “herkes çözüme destek verdiğini açıklasa ne iyi olur.” Temennileri yerine herkesin kendi yaşamı üzerinde söz sahibi olacağı bir demokratikleşme pratiği üzerine kafa yormak zorundayız. Zorundayız çünkü sürecin garantisi budur, aksi halde sürecin akamete uğraması bugünkü gerilimlerin düzeyine rahmet okutacak bir dönemi başlatacaktır.