Altı ay kadar önce “Kaçak maden ocağının MHP’li sahibi Afgan işçiye diri diri yaktı” haberini gördüğümde, kendi kendime çürüme dediğimi hatırlıyorum… Maalesef toplum tam bir çürüme, yozlaşma, soysuzlaşma girdabına hapsolmuş durumda… Bu durumdan rahatsız olanlar, olması gerekenler neden tepkisiz, gereğini yapmayı akıl ve cüret etmiyor?
Bu sefil durum, etik değerlere yabancılaşmanın doğrudan sonucu… Etik ‘sınır’ demektir. Potansiyel olarak yapılabilir olandan sakınmaktır… Etiğin ahlâka ve yasaya önceliği vardır… Afgan işçiyi yakan kapitalist patron, insan yakmanın ‘yasaya da ahlaka da aykırı olduğunu pekâlâ biliyordu… Öyle bir şeye cüret edebilmesi, sadece etik değere yabancılaşmış olmasıyla açıklanabilir… Zira bu dünyada yapılmaması gereken, yapılmasının düşünülmemesi gereken şeyler olduğunun bilincinde olmak gerekiyor… Aksi halde sürdürülebilir bir toplumsal yaşam mümkün değildir…
Yargıçlar, savcılar yasalara uymuyor… Ettikleri yeminin gereğini yapmıyor… Yönetim kademesinde olanlar yasaların gereğini yapmıyor, medya efradı doğrunun-gerçeğin haberini vermiyor… Siyaset erbabının yegâne kaygısı zengin olmak ve bu sefil düzeni “meşrulaştırmak”, kabullendirmek… Boşuna ‘balık baştan kokar’ denmemiştir… Yegâne amacın zengin olmak, daha çoğa sahip olmak olduğu duruma ne denir… İyi de zengin olmanın yolu nedir? Zengin olmanın sadece iki yolu vardır: başkasının emeğini sömürmek ya da yaratılmış olanı ve toplumun hizmetine sunulan, sunulması gereken ortak varlığı, “müşterekleri’, herkesin olanı, olması gerekeni çalmak, yağmalamak, talan etmek… Zengin olmanın bir üçüncü yolu yoktur… İnsanlar bu tartışmasız gerçekliğe dair neden kafa yormuyor?… Ahlaksızlığa, haksızlığa, soysuzlaşmaya, çürümeye tepki göstermeyene ne denir? Bunu yapmayan yanlışa, yalana, kepazeliğe ‘ortak olmuş’ olmuyor mu? Bir adamın küçük bir çocuğu dövdüğünü gördüğünde üç şey yapabilirsin: Çocuğu adamın elinden kurtarmaya çalışmak, çocuğun dövülmesini seyretmek veya adamla bir olup çocuğu dövmek… Haksızlık karşısında tarafsız olmak mümkün değildir.
Hiçbir insan ne kadar akıllı, becerikli, yetenekli, çalışkan olursa olsun, sadece kendi emeği ve çabasıyla zengin olamaz… Elbette geçimini sağlayabilir, en azandan mütevazı bir gelire sahip olabilir ama asla zengin olamaz… Zengin olmak, başkasının emeğini sömürmek veya toplumsal zenginliğe, toplumsal yaşamanın, birlikte yaşamanın vazgeçilmezi olan müşterek’e el koymadan, çalmadan mümkün değildir… İnsanlar ekmek çalanı sorun ediyor da ülkenin varını-yoğunu sömüren, yağmalayan, talan eden büyük hırsızları sorun etmiyor… Zenginlik tabu olduğu için… Şımarık kapitalist Elon Musk’ın 442 milyar dolar serveti var… Bundan büyük skandal olur mu? Bu utanılacak bir durum değil midir? Nasıl oluyor da herkes gibi bir beyni, iki gözü, iki eli, iki kolu olan bu zat 160 ülkenin milli gelirinden fazla servete sahip olabiliyor?.. Bu zat-ı şerif ortalama insandan 442 milyar daha akıllı, yetenekli, becerikli, gayretli, çalışkan olduğu için mi, yoksa “iş bitirici’ olduğu, ortak zenginliği çaldığı, hortumladığı içi mi o skandal servetin sahibi olmuştur…
Ortalama bir asgari ücretlinin o kadar servete sahip olması için kaç milyon yıl çalışması gerekir? Bu kepazelik, bu skandal neden ilgi ve kaygı konusu olmuyor, sorun edilmiyor, tartışılmıyor, üstelik şeylerin normal hali sayılıyor? Daha da ötede büyük hırsızlara gıpta ediliyor, özeniliyor… Bu işte bir yanlışlık yok mu? İnsanlar tartışmasız bir hırsızlık, bir gasp demek olan bu durumu neden sorun etmiyor… Maalesef şeylerin normal hali sayılan şeyler, sorgulanmaktan da muaf oluyor, ‘’toplumsal ayıp’ sorun edilmiyor… Bir şarkıcı, bir dizi oyuncusu, bir sinema oyuncusu, bir futbolcu, bir üçkağıtcı nasıl oluyor da milyonlarca, milyarlarca dolar zenginliğe sahip olabiliyor… Onların sıradan insandan onca farkları mı var? Akıllı, yetenekli, çalışkan, becerikli oldukları için mi?.. Yoksa kapitalizm denilen etik değerlere yabancılaşmış bir sosyal sistemde yaşıyor olmaktan mı?
Söz konusu olan tam bir gasp, hırsızlık ama yasalara uygun… O zaman o yasaları kim yapıyor sorusunun akla gelmesi gerekmez mi?.. Yasaları mülk sahibi sınıfların, büyük hırsızların adamları yapıyor… TBMM’de çoğu müteahhit 200 kadar iş bitirici kapitalist var… Onlara “iş insanı’ diyorlar… Neymiş efendim, hakimiyet kayıtsız şartsız milletinmiş… Öyle olsaydı böyle olur muydu? İnsanlar açlık yoksulluk, sefalet, aşağılanma, gelecek kaygısıyla cebelleşir miydi? Aslında hakimiyet sayısız kayıt ve şarta bağlanmış olduğu için bu durumdayız … Siyasetçilerin bir kamu hizmetini icra etmeleri gerekmiyor mu? Eğer öyle olsaydı bütçe, hazine ve müşterekler, herkesin olan, olması gereken ortak varlıklar utanmazca talan edilir miydi, yağmalanır mıydı?
Kapitalizm öncesi dönemin uygarlıklarında, sosyal formasyonlarda aşırılığa ve ölçüsüzlüğe izin verilmiyordu… Aşırılığın ve ölçüsüzlüğün toplumsal dokuyu aşındıracağı bilindiği için… Kapitalizm sınırsız büyüme, genişleme, yayılmada eğilimine ve dinamiğine sahip bir sistemdir… Her seferinde daha çoğa endekslidir… Varlığını büyümeye borçludur, etik değerlere külliyen yabancılaşmış bir sistemdir… Şimdilerde yüzleşmekte olduğumuz sosyal kötülükler (açlık, işsizlik, yoksulluk, çaresizlik…), iklim krizi, ekolojik yıkım, canlı türlerinin yok oluşu, dünyanın giderek yaşanamaz bir yer haline gelmesinin nedeni kapitalizmin bu şeytani eğiliminin ve dinamiğinin doğrudan sonucudur…
Ölçüsüzlük ve yıkım kapitalizmin karakteridir… Aynı Yunan mitolojisindeki Kral Erysichton gibi her şeyi yutuyor. Açlığını bir türlü gideremeyen Erysichton, ortalıkta ne var ne yoksa yeyip yutuyor, geriye bir şey kalmayınca da kendi kendini yiyor! Bu efsane, geride kalan dönemde ölçüsüzlüğün, aşırılığın, doymak bilmezliğin çok bilinen sembollerinden biri olmuştur… Kapitalizm de Kral Erysichton gibi hiçbir sınır tanımıyor, insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerini kapsıyor, kolonize ediyor… Esasen büyüme veya yok olma ikilemi söz konusuyken, başka türlü olması mümkün değildir…
Artık her şey sarpa sarmışken, tartışmasız bir sürdürülemezlik durumu veya aynı anlama gelmek üzere bir uygarlık krizi ortaya çıkmışken, şeylerin gerçeğine dair kafa yorma, verili ezberlerin ötesine geçme, radikal eleştiriyi içselleştirme zamanı da gelmiş olmalıdır… İdeolojik köleliği aşmak, şeylere, toplumsal olgulara ve süreçlere egemenlerin gözüyle değil, kendi gözümüzle bakmak bizim irademizi aşan bir şey olmadığına göre…
Asıl kölelik ideolojik köleliktir… Sadece gerçek devrimcidir ve gerçek bizi özgürleştirecektir…