Erdoğan’ın “büyük turp”u heybeden çıktı: Bir seçimle asla yenemeyeceğine artık tamamen kani olduğu Ekrem İmamoğlu’na düzenlediği önleyici darbeyle iktidar mücadelesini iç savaş eşiğine taşıdı.
Dün İstanbul Üniversitesi’nin ısmarlama “diploma iptali” kararı sonrasında iftar için konuk olduğu ailenin evinde verdiği demeçte söyledikleri, Ekrem İmamoğlu’nun durumun vahametini tam olarak kavradığına kuşku bırakmıyor: “Artık demokratik bir yarış söz konusu değil. Tek meşruiyet var o da milletin gücünün ortaya çıkması.”
Önleyici darbe işte bunun için: Milletin gücü ortaya çıkmasın diye.
Erdoğan, 2019 yerel seçimleriyle ülkenin bütün metropollerinde yerel yönetimleri CHP ve ittifaklarına kaptırdığı, bu ittifak alanının 2024’te neredeyse iki katına çıkmasıyla gelişen ikili iktidar durumu sürerken gidilecek seçimlerde dengenin korunamayacağını, hile ve zorbalıkla elde edilmiş iktidarın halk oyuyla elde tutulamayacağını işaret eden tüm göstergeler karşısında ikili iktidarı zorla ve hukuku silahlaştırarak dağıtmaya yönelik darbesinde stratejik aşamaya geçti. Buradan geri dönüş yok, ya tam boy bir faşizme yönelecek ya da tarihten silinip gidecek.
Bu hamlenin hazırlık manevralarında son evreye geldiğimiz, geçtiğimiz ay düzenlenen “HDK gözaltıları” fezlekesinden belliydi: Diktatörlüğe göre, 31 Mart 2024 İstanbul yerel seçimlerinde Büyükşehir ve ilçe belediyelerinde Kürt seçmenin CHP adaylarına yönelişi -yani muhalefetin etnisiteye göre bölünmesinin sonuna gelinişi- başlı başına bir “suç kanıtı”ydı.
7 Haziran 2015 seçimlerinde stratejik oylarıyla AKP’nin tek başına iktidar olmasının önünü kesen, 31 Mart 2019 ve 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde metropolleri iktidar blokunun elinden çekip alan, Bahçeli’nin “Türkiye’nin kaymağını yiyenler, boğazda yalılarda viskisini yudumlayıp oyunu HDP’ye veren şerefsizler” diye andığı seçmen kitlesinin, her ay istikrarlı olarak İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığı seçeneğinin arkasına dizilmeye yöneldiğini gösteren anketlerin ardından İstanbul operasyonunun planlanması talimatının verildiğini, uygulamanın, bilfiil 2 Ekim 2024’te Akın Gürlek’in İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na tayiniyle başladığını olan bitenlerden anlıyoruz.
Erdoğan önce Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’i, ardından Beşiktaş Belediye Başkanı Rıza Akpolat’ı tutuklatıp İstanbul yerel yönetimlerine yönelik operasyonun düğmesine bastığında CHP’den gelen ağır eleştiriler ve protestolar karşısında “Onlar da çok iyi biliyorlar ki daha turpların büyükleri heybede. Telaşlarının sebebi bu,” demiş, asıl hedefinin Ekrem İmamoğlu olduğu saklamaya tevessül bile etmemişti. Darbe göstere göstere geldi.
Darbenin, sureti haktan görünmek maksadıyla, “yolsuzluk”, “rüşvet”, “terörle mücadele” kılıfları arkasına saklanması kimseyi yanıltmamalı. 19 Mart “turp” darbesi kurgusu ve zamanlamasıyla, esasen Cumhuriyet Halk Partisi’nin Tayyip Erdoğan’a açık bir siyasal meydan okuma olarak sahnelediği, Ekrem İmamoğlu’nun tek aday adayı olduğu Cumhurbaşkanı adaylığı önseçimini önlemeye yönelik bir siyasal darbe olarak geldi. Rejimin planlama, istihbarat, halkla ilişkiler ve lojistik açısından devlet iktidarının bütün imkanlarına sahip olması dolayısıyla bir ölçüde proaktif davranabilmiş olmasına karşın, İmamoğlu esasen kendi sezgileri ve inisiyatifiyle rejimin hazırlıklarını deşifre ederek, iktidarın demokratik bir seçim sürecini rayından çıkarmaya yönelik bir darbeye kalkıştığı sırada suçüstü yakalanmasını sağladığını söylemek mümkün.
İmamoğlu ve 100’ü aşkın İBB ve ilçe belediyeleri yetkilisinin eş zamanlı gözaltılarıyla kalmayan, CHP önseçiminin sonuçlanacağı 23 Mart günü dahil İstanbul meydanlarına giden metro ve toplu ulaşım seferlerinin iptali ve kent genelinde toplantı ve gösteri yasaklarıyla bir arada düşünüldüğünde bir adli operasyonla değil, halk iradesinin oluşum ve ifadesinin önlenmesi ve kriminalize edilmesine, silahsız ve barışçı bir muhalefet hareketinin silahlaştırılmış hukukla bastırılmasına yönelik bir darbeyle karşı karşıya olduğumuz açık.
Bu hakikati saptamayan, bu darbeyle yüzleşmeyen siyaset, tanıklığının yükleyeceği sorumluluğa katlanma cesaretinden yoksun olmasının gözünün önünde işlenen cinayeti görmezden gelme hakkı sunduğuna kendisini inandıracak kadar bön kimselere mahsustur. Böyleleri, kazaen de olsa doğru bir siyaset izleyemez, çünkü siyaset eninde sonunda güçle yapılacağından bugün göz yumulan her darbe günü geldiğinde lazım olacak gücün bir bölümünden daha vazgeçmiş olmak anlamına gelir.
Öte yandan, rejimin saldırısı nihai olarak CHP’nin muhtemel Cumhurbaşkanı adayına yönelmekle birlikte, onu rejimin hışmına maruz bırakan asıl büyük hakikat İstanbul’da ve bütün metropollerde statükoyla sorunu olan, yoksulluktan beli bükülen, AKP’li olmadığı için her yerde sıranın sonuna tepelenen, çiğnenen hak ve onurunun acısını çıkartacağı bir vesile arayan, kendisine dayatılan hayatı yaşamaya razı olmayan, özgürce hayallerinin peşinden gitmek, kendi dilinde konuşmak ve türkü söylemek, kendi inancını kendi bildiğince yaşamak peşinde koşan genç-yaşlı, kadın-erkek, Türk, Kürt, Alevi milyonlarca muhalif tarafından özgürlüklere alan açılması için desteklenmeye layık görülmesi ve yerel iktidarın böylece AKP’nin elinden alınmasıydı.
Özetle, rejimin İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve İmamoğlu’na darbesi, esasen bu milyonların iradesine ve bu iradenin merkezi hükümete yönelmesinin önünü kesmeye yönelik bir “önleyici darbe” girişimidir.
Ekrem İmamoğlu’na karşı açılan davalar, gerçek hukuki işlemlerden çok silahlaştırılmış hukuku elinde tutanların silahsız muhaliflere açtığı eşit olmayan kuvvetlerle yürütülen bir meydan savaşı tablosu oluşturuyor. Suçlamalar, suç oluşturan gerçek fiillere yönelmektense Erdoğan’ın istibdadına meydan okunmasını engellemeye yönelik. Türkiye’deki darbe Brezilya, Rusya veya ABD’de şahit olduğumuz tarihsel kalıpları takip edecek olursa, bu davalar, İmamoğlu’nu siyasetten uzaklaştırmada başarılı olarak Erdoğan’ın faşizme yönelişinin önünü açmak ya da geri teperek muhalefetin daha güçlü ve birleşik bir direnişine ve kamuoyunda potansiyel bir değişim dinamiğini tetiklemekle sonuçlanabilecektir.
Sonuç, iç direnişe, yargı bağımsızlığından geriye ne kalmış olduğuna ve uluslararası toplumun gidişata göstereceği ilgi ve tepkiye de bağlı olacaktır. Biz birincisinden sorumluyuz: Erdoğan ve şürekasına 31 Mart 2024’te metropollerde oluşan ikili iktidarın kişilerle kaim olmadığını, derinleşerek kendi yolunu açmaya devam ettiğini göstermek üzere ortak bir direniş cephesi örmek muhalefetin bütün renk ve kesimlerinin tarihsel görevidir. Darbeyi püskürtebiliriz…