Siyaset, genellikle yerleşik kurallar, kabul görmüş yaklaşımlar ve kökleşmiş güç dengeleri etrafında döner. Ancak tarihin her döneminde, bu statükoyu sarsan, oyunu yeniden kurgulayan ve hâkim paradigmayı geçersiz kılan aktörler ve hareketler ortaya çıkmıştır.
Oyunu bozmak, mevcut siyasal arenada beklenmeyeni yaparak, işleyişin dinamiklerini kökten değiştirmeyi ifade eder ve bu durum geleneksel siyasetin dışına çıkmayı, gündemi değiştirmeyi gerektirir.
Gündemi değiştirmek ise siyasetin odağını, herkesin konuştuğu ve odaklandığı konular yerine kimsenin söz konusu yapmadığı ya da göz ardı ettiği yeni ve yakıcı bir soruna çevirmek anlamına gelir. Bu durum siyasetin zeminini de değiştirir.
Oyunu bozan aktör, genellikle mevcut oyunun kurallarını çiğnemez, ancak o kuralların en iyi nasıl kullanılacağını veya nasıl anlamsız kılınacağını gösterir.
Bu beraberinde zihniyet kalıplarını yıkmaya giderek paradigma değişiminin yollarının açılmasına da yardımcı olur. Hâkim düşünce çerçevesinin, kabul gören teori ve problem çözme biçimlerinin ötesinde yeni çözümlere kapı aralar.
Siyasi sorunları tanımlamak için kullanılan dili ve kavramları değiştirmek bu süreçlerin olmazsa olmazıdır. Söz gelimi bir sorunu “güvenlik” meselesi yerine “sosyal adalet” meselesi olarak çerçevelemek, çözüm yollarını da değiştirir.
Yine siyasetin sadece profesyonel politikacılar tarafından yapılmadığını, sivil toplum, gençlik veya taban hareketlerinin de merkeze gelmesi gerçeğini de devreye sokarak siyasi katılımın demokrasi algısını dönüştürür.
Hem oyunu bozmak hem de paradigmayı kırmak elbette bir dirençle karşılaşır. Statükonun savunucuları boş durmazlar. Mevcut düzenden fayda sağlayan yerleşik partiler, medya kuruluşları ve ekonomik çevreler, değişimi engellemek için tüm güçlerini kullanır.
Siyasette oyunu bozmak ve paradigmayı kırmak, anlık bir başarıdan çok, uzun soluklu bir vizyon, büyük bir cesaret ve tutarlı bir eylem planı gerektirir. Gerçek bir değişim, diyelim ki bir seçimi kazanmak değil, toplumun geleceğe bakış açısını kalıcı olarak dönüştürmekle mümkündür. Bu, hem siyasi aktörlerin kendilerini hem de toplumun kendi rollerini yeniden düşünmelerini zorunlu kılar.
***
Bu alanda asıl önemli olan toplumun söz konusu değişimlere açık olması sorunudur. Doğa, insan ve toplum sürekli bir değişim içindedir. Beylik sözlerle söylersek; ‘değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.’ Değişmek kavramına yüklediğimiz negatif anlamlardan dolayı değişimi pek kabul etmeyiz. Birçoğumuz değişmeyi ve gelişmeyi armutların elmalaşması olarak algılarız. Oysa değişim bir şeyin kendi içindeki başkalaşmasıdır. Bir çiçeğin tomurcuk halinden çiçeğe durmasına geçen süreç gibidir.
Sorun biraz da değişimin düşünsel süreçlerde pek hızlı ve gözle görülür sıçramalar yaptığını gözlemleyemeyişimizden kaynaklanmaktadır. Değişimin doğada gözlemlenmesi çok kolaydır. Aynı kolaylığı insan ve toplum yaşamında göremeyiz. Ancak bu konuda en büyük zorluk insanın düşüncesinin değiştiğini kabul etmesinin önündeki ‘ahlaki’ engeldir. Bir insanın gördüğü yanlıştan vazgeçmesi ve donanımlı bir bakış ve bilinçle yeniden gözden geçirmesi ve bunu savunması nedense pek kabul görmez. İşte tam da bu noktada siyasetin devreye girmesi elindeki tüm imkanlarıyla toplumu yeni olana hazırlaması gerekir.
Siyaset, uzağa bakıp yakını gören, düşünen ve sosyal huzura giden yolları seçebilen insanların işidir. Sosyal barışı kurabildiği oranda değerlidir. İnsan haklarında eşitliği, adaleti ve toplumsal güveni sağladığı oranda başarılıdır. Kriz yaratmak usta siyaset adamlarının işi olamaz.
Hayatın ağırlaştığı, hantallaştığı anlar kişilerde olduğu gibi toplum ve devletlere de gözükür. Toplum ve devletlerin tarihi; hayatın tıkandığı anlarda atılan ya da atılmayan adımlarda saklıdır.









