Demokratik hak ve özgürlükler toplumun geniş bir kesimi için kullanılmaz hale geldi. Her geçen gün daha yoğun bir şekilde barış, demokrasi, adalet, insan hak ve özgürlüklerinden söz ediyoruz. Aydınlar, sanatçılar, akademisyenler, işçiler, köylüler, gençler, kadınlar, kısacası toplumun en dinamik kesimleri giderek artan oranda seslerini duyurmaya başladı. Sahte demokrasi söylemlerinin aksine artık daha geniş kesimler demokratik bir ülkede yaşamadığımızın bilincine varıyor
Bu siyasal ve toplumsal gerçeğin farkında olup da ulusal, sınıfsal, cinsel, etnik, kültürel, inançsal farklılıkları yok sayanlar, sadece çıkarlarını devletle bütünleştiren egemenlerdir. Ekonomiye, siyasete ve dolayısıyla devlete egemen olan bu bir avuç azınlık için demokrasi var. Sözcük anlamı bile “eşitlik ve özgürlük” anlamına gelen ve aynı zamanda bir devlet biçimi olan demokrasi, toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan sömürülenler, ezilenler ve dışlananlar için yok
Demokrasi adına söylenen her şey sahte ve her şey yalan rüzgarı gibi. Oligarşi partileri bir yandan demokratik hak ve özgürlükleri baskı altına alırken bir yandan da üçer beşer yıl aralıklarla sahte “demokratikleşme paketleri” getirerek demokrasi oyunu ile kitleleri oyalamayı sürdürüyor. Oysa bu ülkede sistemli ve kesintisiz olarak bir demokratikleşme süreci yaşanmadığı için “demokratikleşmenin neresindeyiz?” sorusunu bile soracak durumda değiliz. Bu bakımdan 96 yıllık cumhuriyet tarihinin hangi döneminde demokrasiden söz edebiliriz ki?
İttihat ve Terakki iktidarının devamı olarak kurulan cumhuriyet döneminde devlet, tek millet, tek inanç, tek mezhep, tek bayrak, tek parti, tek şef ideolojisi ile Türk milliyetçiliğine dayalı bir ulusal form üzerine oturtuldu. Bu nedenle cumhuriyet rejimi, devlet biçimi bağlamında demokratik bir cumhuriyet olmadı. Tüm cumhuriyet dönemi boyunca militarizm devlet ve toplum hayatında belirleyici oldu.
1946’lara kadar “imtiyazsız, sınıfsız ve kaynaşmış bir millet” yaratma demogojisi ile tek şefli, tek partili, tek düşünceli ve tek sandıklı trajikomik bir “cumhuriyet demokrasisi” kuruldu. Türk dili ve Türk tarihi teorileri yaratılarak eski Anadolu bir çırpıda Türkleştirilmeye çalışıldı. Binlerce yıldan beri bu topraklarda yaşayan kadim halklar, uluslar, milliyetler ve inançlar yok sayıldı. Anadolu’nun en eski haklarından Ermeniler, Kürtler, Rumlar, Süryaniler, katliamlara, tehcirlere, asimilasyona maruz kaldı.
1946’larda emperyalist kampın yeni lideri ABD’nin talebi ile demokrasiye değil, çok partili hayata geçildi. Kuvayı Milliye’nin sivil kanadından gelen kadroların kurduğu DP, “Yeter artık söz milletin” söylemiyle iktidara geldi. Ancak DP, sivil bir iktidara tahammül edemeyenler tarafından 27 Mayıs askeri darbesiyle iktidardan düşürüldü ve “ordulu demokrasi” denilebilecek bir dönem başlatıldı. 27 Mayıs’ın getirdiği bazı anayasal hak ve özgürlüklerden gözleri kararan ilerici, devrimci ve demokrat kesimler; ordu, devlet ve siyaset ilişkilerinin yeni dönemini doğru algılayamadı: 27 Mayıs’ı 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat gibi askeri darbeler izledi. Müesses nizam partileri, ordunun her seferinde stabilize ettiği biçimsel demokrasi kulvarında yollarına devam etti.
Bugün hala demokratikleşmekten söz ediyorsak, Türkiye’nin toplumsal dinamiklerinin demokratik değişim ve dönüşüm taleplerine uygun siyasal bir hat izlemiyoruz demektir. Gelinen aşamada barış ve demokrasi sorunu iç içe geçmiş ve birlikte kazanılacak temel bir sorun haline gelmiştir. Bu bakımdan Kürt sorununun demokratik ve siyasal çözümü Türkiye’nin özgür ve demokratik geleceğini belirlemektedir.
İstanbul seçim sonuçları AKP iktidarına karşı kitleler en geniş sandık ittifakını gerçekleştirdi. Kitlelerin yükselen demokrasi bilincini gösteren bu durum aynı zamanda demokrasi için ortak mücadele imkanları için yeni bir fırsat oluşturuyor. Bu yeni süreç, bir sistem değişikliğini içerecek düzeyde ele alınmalı, “Ne başkanlık ne parlamenter sistem, yeni bir anayasal sistem” şiarıyla birleşebilecek bütün güçleri ortak bir kulvara yığarak örgütlü bir demokrasi mücadelesi yükseltilmelidir. Yeni anayasal sistem Türkiye’nin ulusal, sınıfsal, cinsel, etnik, kültürel, inançsal dinamiklerin meşruiyetini sağlayacak olan çok kimlikli, çok kültürlü ve çok inançlı bir siyasal ve toplumsal yapının önünü açmayı amaçlamalıdır.