19. yüzyılda kazanılan haklarından seçme ve seçilme hakkını 2016’dan beri unutan iktidar dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir uygulamaya imza atıyor: Kürtleri demokrasi ile cezalandırıyor. 2016’dan bu yana Kürtlerin demokratik bir toplumda yaşama amacı ve evrensel hakları yeni nizamın hukuku gereğince suçlulaştırılmış durumda. Adaylar halk tarafından seçilmesine, YSK’dan onay almasına rağmen, seçildikten sonra belli periyotlarla görevden alınıp yerlerine merkezden devlet memurları atanıyor. Kürt siyasal hareketi bu uygulamayı salt bir memurun atanması olarak değil; geçmişten beri Kürt illerinde uygulanan ideolojik, politik ve kültürel kırım programlarıyla örtüşen hatta uzantısı olan ve benzer hedef ve programları takip eden bu sistemi kayyım rejimi olarak tanımladı. Kayyım rejimi 2016’da Kürtlerin evrensel oy hakkını askıya alan, demokratik haklarını suçlulaştıran yasal uygulama olarak yürürlüğe girdi. Yerel yönetimlerin Kürt meselesinin demokratik çözümünü kolaylaştıran hayati boyutları olduğu bilinmesine rağmen kayyım rejimi ile çözümün aksatılması, ertelenmesi veya çıkmaza sokulması hedefleniyor. Belli ki bu gidişle orta vadede yerel yönetim sistemi tamamen çökertilecek.
Bilindiği gibi iktidar belediye seçimlerinde yaşadığı hezimeti hiçbir zaman kabul etmedi. Bu patolojik durum darbeci bir zihniyetin hortlamasına neden oluyor. Bu nedenle muhalefeti baskı araçlarıyla dağıtmak istiyor. Muhalefet saldırı altındayken Kürtlerin, Kürtler baskı altındayken muhalefetin sessiz kalarak ortak tavır almalarının önü alınmak isteniliyor. Kürtlerle dış risklere karşı dost, içerde ise düşman siyaseti deneniyor. Bu tutarsız ve anlamsız fantezi daha ne kadar sürecek bilemiyoruz, ama belli ki iktidar umudunu bu çelişkilere bağlamış durumda.
Ne fark eder!
Kayyım ısrarının arka planında devlet içindeki bir damar mı var, devletin kendisi mi, yoksa AKP mi var? Bu soruyu siyasetçiler ve siyasal bilimciler derin derin tartışırken, aynı soruyu Vanlı bir Kürde sorsanız şöyle cevap verir: Ne fark eder? Kayyım rejimi iktidarın meşruiyet krizini derinleştirdiği gibi Kürtler açısından AKP’yi geleneksel devlet nizamıyla tamamen eşitlemiştir. “Ne fark eder” belirlemesinde Kürtlerin devlet ve devlet partilerinin bir konsensüs çerçevesinde yürürlüğe koydukları baskı rejimini iliklerine kadar deneyimleyen ve artık yeni bir analize tabi tutmaktan çoktan vazgeçtiğini ilan eden kararlılığın ve netliğin kristalize olmuş hali var. Bu durum bir taraftan kendini ve muhatabını tanıma sürecinin tamamlandığını, diğer taraftan kendi olmanın sınırlarını netleştirmiş bir öznenin hakikatini taşıyor.
İhtimalin istismarı
Barışın yolunun zorluklarla dolu olduğu ve bu yolda bazı yol kazalarının yaşanabileceği ihtimalini hem Kürt barışından hem de dünyadaki barış deneyimlerinden biliyoruz. Bu ihtimallerin normalleştirilerek konuşulması fazlasıyla iktidarın iştahını kabartıyor. O kadar dile getiriliyor ki adeta bir zorunlulukmuş gibi iktidar tarafından keyfi bir şekilde istismar ediliyor. Kayyım atamaları barış süreçlerinde yol kazaları ihtimallerinin abartılı bir şekilde istismar edildiği keyfi uygulamaların başında geliyor. Bu uygulamalar “AKP’nin derdi barış değil” tezini güçlendiriyor.
Baskı dozunun tırmandırılması barış isteyenleri bin pişman edebilecek, kendi mahallesinde bile suçlu gösterecek, dahası yalnızlaştıracak bir konseptin işlediğine işaret ediyor. Konseptin amacı ne savaş ne de barış; hedef belirsizlik, kuralsızlık, umutsuzluk, zorunluluk…. Zorunluluğun, iktidarı barışa ittiğini iktidarın kendisi tarafından da ifade ediliyor. Barış kolektif bir duygu olsa da zorunluluğun belirlediği sınırların dışına çıkmaktan fazlasıyla tedirgin olan iktidar, özgüven eksikliğiyle hareket ederek, şiddet ve yargı mekanizmalarını araçsallaştırmaktan ve bu araçların arkasına sığınmaktan vazgeçmiyor. Bu siyasal davranış tipik otoriter ve mutlak iktidar davranışıdır.
Savaş ve barış belirsizliği
İktidarın güvenlik mimarisine sıkıştırılmış savaş ve barış belirsizliği Türkiye toplumunun güven ilişkilerine de fazlasıyla zarar veriyor. Kemalistleri, Arapları ve diğer dinamikleri Kürtlere karşı kışkırtan, Kürtleri devletle yeniden karşı karşıya getirmeye çalışan bu sofistike akıl kendi krizinin maliyetlerini topluma yüklemeye çalışıyor. Oysa ki güvenlikçi kaygıların sınırları yoktur. En zayıf güvenlik açığı, aynı coğrafyada bin yıldır benzer kaderi paylaşıp bir arada yaşayan halkların düşmanlaştırılmasıdır. İktidarın devleti ve toplumu, iç içe yaşayan farklı yapı ve kültürleri sürekli birbirine karşı konumlandıran kutuplaştırıcı siyaseti ülkenin en büyük güvenlik açığını oluşturmaktadır.
Barışa inananlar ve barış dışında kalan yolların maliyetlerini ön görenler kayyım atamaları ile muhalifler üzerindeki baskıyı barış umuduyla birlikte tartışmak zorunda. Tam da bu noktada, salt barış umudunun yükselmemesi için kayyımların atandığını, muhaliflere yönelik baskının arttığını düşünmek abes bir düşünce olmayacak. Peki iktidar neden bu tutarsız işlerle uğraşıyor? Aslında bu tutarsızlık çoğumuza anlamsız gelebilir, ancak iktidar açısından işlevsel ve bir o kadar etkili gösterilerdir. O halde tekrarlanmalıdır. Hem de barışa en çok zarar veren müdahaleler olmasına rağmen… İktidarın barış ihtimalinin olduğu bir eşikte Kürt meselesinde yenme-yenilme motivasyonlarını sürekli köpürterek, tek tarafın zaferine odaklanan egemen politikasında ısrar etmesinin ikili amacı olduğu sürekli dillendiriliyor, bir daha hatırlatalım: Birincisi tabanını konsolide etmek, yani siyasal pragmatizm; ikincisi devletin gücünü ezilen, sömürülen ve en sıradan demokratik hakları bile herkesin gözü önünde ayaklar altına alınan Kürt halkının iradesi üzerinde yeniden sınamak.
Kürtler barışta neden ısrar ediyor?
Kayyımların etrafındaki ranta çökmek için ağzı kulağına kadar açılan şuursuz azınlık dışında herkes huzursuz. Huzursuz eden bir konjonktür onurlu barışı getirir mi? Buna inanmak zorlaşıyor. Buna rağmen Kürtler neden barışta ısrar ediyor? Bu soruyu şöyle açıklayabiliriz: Öncelikle Kürtler barışa egemenin lensleriyle değil ezilenin gözüyle bakıyor. “Başkan Babamızın Son Baharı” adlı romanında “Yurt demek sağ kalmak demektir” diyor Marquez. Kürtlerin barış ile ilişkisi Saramago’nun tanımına benzer şekilde yaşamı korumaya odaklıdır. Yaptıkları siyaset ve kurmak istedikleri barış sağ kalma, yaşama ve yaşatmayı içeriyor. Bu nedenle olası bir barışta Kürtlerin güvenliği ve hukuku için barışta ısrar ediliyor.
Güvenliğe bakıldığında; bir yurt var; ama bu yurt üzerindeki nüfus katlediliyor, aç bırakılıyor, göçertiliyor ve coğrafya insansızlaştırılarak operasyonel bir bölge haline getirilmek isteniliyor. Bir hukuk var; ama bu hukuk Kürtleri içermiyor, Kürtler kimliğiyle, varlığıyla yasalara dahil olamıyor. Olası bir barış ile Kürtlerin katledilmediği bir coğrafya da yaşamın hukuk ile güvence altına alınması umut ediliyor. Peki umutlu olmalı mıyız? Umut egemenlerin değil ezilenlerin tamamlanmamış ütopyası, devrimcilerin yol tutuş tarzıdır. Yol olduğu sürece umut da vardır. Barış ise politik bir inşadır ve bir gün mutlaka tamamlanacaktır. Umut egemeni huzursuz ediyorsa umutlu olmak bir görev ve sorumluluktur. İktidarın büyük tahriklerine rağmen Kürtler büyük bir umutla ve de sabırla barışı inşa etmek için direnmekte; muhalifler ise demokraside, adalette ve ortak yaşamda ısrar etmektedir.