Sayın Abdullah Öcalan tarafından, demokratik modernite paradigması çerçevesinde
ve demokratik barışın zorunlu bir gereği olarak ortaya konan demokratik entegrasyon, son günlerin en çok tartışılan kavramlarından biri olma niteliğini korumaktadır. Komünal toplum, barış hukuku ve bütüncül hukuk gibi barış sürecinin temel kavramlarını bir arada içeren demokratik entegrasyon; yalnızca Kürt sorununun çözümüne indirgenirse, paradigmanın esas kapsamı ve hedefi eksik anlaşılmış olur.
Demokratik entegrasyon, ulus-devlet merkezli çözüm modellerinin aksine; toplumu kurucu özne, devleti ise ikincil ve düzenleyici bir aygıt olarak ele alan bir yaklaşımı esas alır. Bu çerçevede barış hukuku ve bütüncül hukuk, uzun yıllar boyunca çatışmayı, savaşı ve inkârı yeniden üreten söylem ve pratiklerin aşılmasını zorunlu kılar. Barış hukuku, çatışmalı dönemde meşrulaştırılan ve resmi literatürde savaş gerekçesi üreten kavramların, barış ve demokratik toplum perspektifiyle yeniden tanımlanmasını ifade eder. Devlet, çatışma döneminde savaşı meşru gösteren dili nasıl kurumsallaştırdıysa, barış sürecinde de bu dili terk etmek ve tersini inşa etmekle yükümlüdür.
Bu bağlamda barış hukuku; çatışmayı şiddet temelinde değil, toplumun öz örgütlülüğü ve demokratik iradesi temelinde çözmeyi; toplumsal talepler doğrultusunda ortaya çıkan, ‘tarafların’ haklarını tanımayı, süreç devam ettikçe müzakere, uzlaşma ve adalet mekanizmalarını işletmeyi esas alır.
TOPLUMSAL TALEPLER DOĞRULTUSUNDA ORTAYA ÇIKAN, “TARAFLARIN” HAKLARINI TANIMAYI, SÜREÇ DEVAM ETTİKÇE MÜZAKERE, UZLAŞMA VE ADALET MEKANİZMALARINI İŞLETMEYİ ESAS ALIR.
Bütüncül hukuk, demokratik modernite paradigması içerisinde kalıcı barışı güvence altına almayı hedefleyen normlar bütünüdür. Bütüncül hukuk, hukuku yalnızca merkezi devlet aygıtının ürettiği bir üst yapı olarak değil; toplumun tüm katmanlarında üretilen, yatay ve çoğul bir düzenleme biçimi olarak ele alır. Yerel komünlerden başlayarak, meclisler ve konfederal yapılar aracılığıyla üst ölçeklere doğru ilerleyen bu anlayış; toplumsal yapılar arasında hiyerarşik değil, yatay ve karşılıklı ilişkilere dayalı bir örgütlenmeyi esas alır.
Bu nedenle bütüncül hukukta “öncülük”, klasik anlamda merkezî ve buyurgan bir kurucu iradeyi değil; toplumun öz örgütlenmesinin önünü açan, kolaylaştırıcı ve düzenleyici bir rolü ifade eder. Hukuki normlar, yalnızca Türkiye Büyük Millet Meclisi gibi merkezi organlarda hazırlanıp uygulanmak zorunda değildir. Aksine, halk meclislerinde, komünlerde ve yerel demokratik yapılarda oluşturulan hukuk, merkezi yapılara yalnızca onay ve koordinasyon amacıyla iletilebilir.
Büyük harflerle yazılan cümlede de vurgulandığı üzere, bu yaklaşım toplumdan gelen taleplerin güvence altına alınmasını ve bu taleplerin kurumsal bir sistem içerisinde sağlıklı biçimde işlenmesini esas alır. Demokratik entegrasyon modelinde talepler alttan üste doğru akar; sistem, barış hukukunu tesis ederek bu taleplerin kesintiye uğramadan işleyişini garanti altına alır. İlk aşamalarda referandum bir araç olarak kullanılabilir; ancak paradigmanın özü, halk meclislerinin sürekli ve kurucu işleyişidir.
Komünal toplumun kurumsallaşması, demokratik entegrasyonun toplumsal zeminini oluşturur. Komünalite; köylerden mahallelere, ilçelerden illere uzanan coğrafi örgütlenmeleri kapsadığı gibi, inançsal, kültürel ve ideolojik kimliklerin kendi özgünlükleriyle bir araya gelmesini de içerir. Burada ideolojik kimlikten kasıt yalnızca sol ya da Marksist gelenekler ya da Kürt kimliğini garantiye alma değil Aleviler, Dürziler, ya da Sünni dini cemaatler dâhil olmak üzere tüm inanç ve düşünce toplulukları kendi komünal yapılarını oluşturabilir. Her komün; ekonomi, eğitim, kültür ve sosyal yaşam alanlarında özerk ve öz yönetimci bir işleyişe sahip olabilir. Bu durum, demokratik modernitenin temel ilkelerinden biri olduğu gibi Kürt komünalitisinde üç ana maddenin temel alındığının da bilinmesi
gereklidir. Bunlar kadın özgürlüğü ekoloji ve doğrudan demokrasidir.
Bu nedenle demokratik modernite perspektifinde demokratik entegrasyon, yalnızca Kürt sorununa özgü bir çözüm modeli değildir. Bugün Ankara merkezli alınan her tekçi karar; Manisa’da, Tekirdağ’da, Rize’de ya da Van’da yaşayan toplumların yaşam tarzlarıyla çatışma potansiyeli taşımaktadır. Bunun en güncel örnekleri ekoloji alanında görülmektedir. HES projeleri, maden faaliyetleri ve zeytin yasası gibi doğayı merkezi iktidarın tasarrufuna bırakan uygulamalar, uygulandıkları her yerde toplumsal direnişle karşılanmıştır.
Bu sorunların çözümünü her seçim döneminde Ankara’ya gönderilen siyasi partilerden beklemek, demokratik modernite anlayışıyla bağdaşmaz. Hangi parti lideri ya da o partinin program ve tüzüğü olursa olsun, bir kentin toplumsal dokusunu, kültürel ilişkilerini ve doğayla kurduğu bağı merkezden okuması mümkün değildir; buna hakkı da yoktur.
Özetle; merkezî iktidarın yerele müdahalesi, demokratik modernite paradigmasına göre hem akla hem toplumsal gerçekliğe hem de dinamik olan toplum-devlet ilişkilerinin doğasına aykırıdır. Bu nedenle demokratik entegrasyon, Kürtlerden önce tüm Türkiye toplumları için bir gerekliliktir. Türkiye, demokratik entegrasyon doğrultusunda bir dönüşümü başarabilirse; yalnızca kendi iç barışını tesis etmekle kalmaz, aynı zamanda Ortadoğu’da demokrasi ve barışın öncülüğünü yapabilecek tarihsel bir imkâna da kavuşur. Devlet–toplum–birey ilişkisinin tıkandığı ve kapitalist modernitenin derin bir kriz yaşadığı bu dönemde, böyle bir çıkış; kaybolan toplumsal değerlerin ve ortak yaşam kültürünün yeniden inşası anlamına gelir. Bu aynı zamanda, Türkler açısından da içi uzun süredir boşaltılmış olan tarihsel iddiaların demokratik ve barışçıl bir içerikle yeniden anlam kazanmasına imkân sunar.









