“Türkler Geliyor”muş… Yine mi? diyesi geliyor insanın; bir de “bu kez nereye?” diye sorası… Bu, bugünlerde vizyona giren bir filmin afişi ve fragmanı; televizyon kanallarında sıklıkla dönüyor; belli ki bütçesi kuvvetli. Zaten yapımcısı, yönetmeni, oyuncusu topyekûn TRT beslemesi; Diriliş Ertuğrul, Kuruluş Osman, Payitaht Abdülhamid, Kutulamare gibi tarihî müsamerelerin kadroları.
Donald Trump’ın ülkesini ve dünyayı Fox TV haberlerinden takip ettiği, bu nedenle de gerçeklikten kopuk olduğu bilinir. Beştepe’de de yine bir zamandır TV ekranlarında sık görülen “terörle mücadele” dizileri ile birlikte bu vulgar kahramanlık dizi ve filmlerinden bir “virtüel realite” ortamı oluştuğu anlaşılıyor. Bir zaman saray merdivenlerine dizilerek canlandırılan sarkık bıyıklı “tarihi” adamlar manzumesi, devlet teşvikli projelerle ekranlara projekte edilerek her dar gelirli ailenin mecburi akşam eğlencesi haline getirilmiş oluyor.
Bu dizilere, filmlere, İstanbul’un Fethi merasimlerine vb. yapılan devasa yatırımın hedefi, saray zevatını bir sanal evren içine rehin almış olan derin devletin tehlikeli dış müdahale önerilerine ikna çabasından ibaret olduğu sanılmasın. Bu hamleler, “derin millet”in psişik yapısını tetikleyecek bir kolektif ameliyata da işaret ediyor.
Ameliyatın niteliğini kavramak için hamaset yerine tarih bilgisi gerekiyor. Günümüzde TV kanallarının ve sinema salonlarının oynadığı rolü, Osmanlı’nın çöküş döneminde gazete ve dergi gibi süreli/basılı yayınlar oynuyordu. İttihatçıların finansmanı ve talimatları ile ortaya çıkan Ömer Seyfettin, bugün ekranlarda izlediğimiz dizilerin senaryolarını zamanın en çok okunan basın organlarında her gün, her hafta tefrika (dizi lisanı ile epizot ya da bölüm) şeklinde yayınlamaktaydı. Bu ajitatif hikayeler, Türk ve Müslüman Osmanlı’nın geçmişteki dünya hakimiyetleri, kahramanlıkları vb. sıralandıktan sonra, yaşanılan zamanda başlarına gelen felaketler, ihanetler, bölücüler, zulümler vb. üzerinde yoğunlaşarak okuru Türk İslam ideolojisiyle endoktrine ve seferber etmeyi hedefliyordu. İlginçtir; Seyfettin’in hikayelerindeki korkunç dönüşüm de Libya ile başlıyor.
Ömer Seyfettin’in 1911’de yayınladığı “Primo: Türk Çocuğu” hikayesinin kahramanı Kenan, İtalyanların Trablus’a asker çıkarması ile hümanizmden milliyetçiliğe ani bir dönüş yaşıyor. Tipik bir alafranga Tanzimat münevveri olan Kenan için Trablus vakası öyle bir travma ki, Primo adını verdiği oğlunu annesiz bırakmak pahasına İtalyan karısını boşayıp memleketine gönderiyor. Ama, Halil Berktay’ın analizinde işaret ettiği üzere bu dönüşün niteliği önemli. Kenan, Türk milliyetçisi olma kararıyla birlikte bütün insanlığından ve faziletinden koparak adeta insanlık dışı bir yaratık haline gelmesi gerektiğini düşünüyor. Belli ki zamanın azılı Türk düşmanı İngiltere başbakanı Gladstone’un tanımlarını ciddiye alıyor ve reçete olarak kendi (ve zavallı oğlu Primo) üzerinde uyguluyor.
Edebiyat eleştirmeni Fredrik Jameson, “Üçüncü Dünya edebiyatı ulusal alegoridir” önermesinde bulunmuştu. Çok tartışıldı. Fakat Ömer Seyfettin gibilerini okuyunca doğruluk payını teslim etmek şart. Çünkü Kenan’ın travma sonrası stres bozukluğu içinde yaşadığı korkunç dönüşüm, o gün “derin millet” olarak Türk/Müslüman tebaanın İttihatçı münevverleri eşliğinde yaşamakta olduklarının bire bir temsili.
Seyfettin’in ajitasyonu ne Trablus’u ne de Osmanlıyı kurtarmak yerine İttihatçı maceracılık içinde yüzbinlerce Müslüman/Türk gencin telef olacağı katastrofik bir çöküşle sonuçlanacaktı. Ama “derin millet”in ön şartı olarak Kenan bey nezdinde faziletten ve insaniyetten kopma çağrısının boşa gidip gitmediğini, bugün andığımız Hrant Dink’in eşi Rakel Dink’in deyişiyle “bir bebekten bir katil yaratan karanlık” tasviri içinde değerlendirebiliriz.
Günümüzde fetih naraları, terörle mücadeleci, akıncı-fetihçi aksiyon filmleri, TV dizileri ile işte o “derin karanlık” tekrar tetikleniyor. Bunun yaratacağı felaketi anlamak açısından 1921 yılında Fuad Köprülü’nün Ömer Seyfettin hayranları hakkında ifade ettiği fikrine bakmak gerekiyor:
“Mecnunâne idare olunan meşum ve nisbetsiz bir cidal uğrunda millet kanını ve malını ibzâl ederken, Seyfettin’in arkadaşları, yalancı serdarların meyhum muzafferiyetlerine milleti inandırmak için en bayağı şaklabanlıklardan çekinmiyorlardı.”
Tarih tekerrür ediyor. Şaklabanlıklar baki.