Kendimi saklayarak yaşadım aranızda
Hiçbir zaman bulamayacağınız mezarlar
kazdım
İçlerine hayatımı gömdüğüm
Oysa adlarımız vardı bizim
Daha içten, daha derin ve daha gerçek
O adlar ki kanımdır benim senin için ise toz
Gerçek yaşar ve gerçek ölür
Unut gitsin; boş ver
(Leonard Cohen – Nevermind)
19 Mayıs’ın 100. yılında Samsun iskelesinde çekilmiş o fotoğrafta yanlış olan bir şeyler var. Resmin merkezinde duran kişinin, bugün kendisinin işgal etmekte olduğu makamın yüz yıl önce orada bulunmak suretiyle temelini atmış kişiler hakkında “iki ayyaş” lafını etmiş olması belki. Belki, kadınlara seçme ve seçilme hakkı vermek başlıca övünme kaynağı olan bir devleti temsilen poz veren bu sekiz şahıs arasında tek bir kadın olmayışı. HDP’nin bu karede yer almaya davet edilmemiş, İyi Parti başkanının ise davete icabet etmemiş oluşu belki de. Ya da, “gençlik ve spor” bayramı kutlamanın ilerlemiş yaşları, ütülü takım elbiseleri ve kırmızı (biri mavi) kravatlarıyla bu sekiz adama pek yakışmıyor oluşu.
Aslında bu poz, o gün Osmanlı bakiyesi üzerinde temelleri atılan Sünni, Türk ve Erkek milli kimlik inşaatının yüz yıl içinde vardığı sonucun tablosudur. Bu bağlamda, örneğin Kılıçdaroğlu’nun o karede yer alması da bir yanlış değil aksine isabetli ve tamamlayıcı olmuştur. Öyleyse, yine de bu fotoğrafta yanlış bir şeyin varlığı hissini uyandıran nedir? Bunu anlamak için bakışımızı, adeta Tarantino’nun “The Hateful Eight” filminin afişini oluşturabilecek bu sekiz karakterin suratlarından aşağıya, üzerinde dineldikleri zeminin kendisine çevirmek ve Theodor Adorno’nun “yanlış hayat doğru yaşanmaz” aforizmasına başvurmak gerekiyor
Bu “yanlış hayat” zeminini kavramak için, milli eğitim müfredatımız uyarınca 1915’te Çanakkale’de başlayarak 1923’te Lozan Antlaşması ile teleolojik serüvenini tamamlayan “milli destanın” neleri anlatı dışı bıraktığı sorusunu sormak gerekiyor. “Yedi düvelle savaş” iddiasına paralel olarak gerçekleşmiş bir başka “savaş”. Üzerine konuşulması bugün de “suç” sayılan bir “milli mücadele”. Devlet-i Âli ile Osmanlı bakiyesi millet-i hakimenin el ele vererek sahneledikleri bu “destan” sonucunda Anadolu nüfusunun yaklaşık üçte biri yok edilmiştir. İşte Samsun iskelesi üzerinde yüz yıl önce yaşanan vaka, bu öteki anlatının da trajik momentlerinden biridir. Hemen akabinde Topal Osman-Mustafa Kemal buluşması gerçekleşecek, o tarih ile 1923 arasında, Osmanlı tebaası 300 bin Pontus öldürülecek ve bütün varlıklarına el konulacaktır. Karadeniz bölgesinde bu sistematik katliamdan sağ kalan Hıristiyan nüfus, 1923-24 mübadelesi sırasında Yunanistan’a gönderilecektir.
Sonuçta, 1915’te “Medz Yeghern” ile başlayan hamle tamamlanmış, Türkiye coğrafyası milli vakanüvis Falih Rıfkı Atay’ın sözleriyle “som bir Müslüman vatanı” haline getirilmiştir. Bu sistematik “temizlik” içinde hayatta kalma umuduyla Müslümanlığı kabul eden aileler ise Devlet tarafından kodlanarak kayıt altına alınmış olup halen de “hakiki Türk değil, kanun Türkleri” olarak fişlenmektedir. Devlet bu kayıtları tutmaktadır ama kaydını tuttuğu yurttaşlara kendi dillerinde konuşmayı “vatandaş Türkçe konuş” kampanyası ile yasaklamış, hatta 1934’te çıkarılan bir yasa ile “yan, of, ef, viç, is, dis, pulos, aki, zade, mahdumu, veled ve bin” heceleriyle biten soyadlarının da değiştirilmesine hükmetmiştir. Böylelikle, yüzeyde herkes “Türk” olacak fakat aynı zamanda “derin devlet” kayıtlarında “Türk-olmayan” olarak kodlanacaktır.
Bu karanlık anlatı içinde işlevini sürekli farklı “unsurlar” karşısında yenileyerek “beka mücadelesi” veren bir “derin devlet” yapısı giderek daha da mükemmelleşecektir. Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı, Dersim, Trakya, Sabahattin Ali cinayeti, Varlık Vergisi, 6/7 Eylül 1955 pogromu, 1964 pogrom ve sürgünü, sol entelektüelleri ve aktivistleri hedef alan siyasal cinayetler, Malatya, Çorum ve Maraş katliamları, Sivas katliamı, Hrant Dink cinayeti, 1980’lerden itibaren Kürt siyasal kimliğine yürütülen sistematik savaş. Bu “beka savaşı” zemini üzerinde ne Ekrem İmamoğlu’na “gerçek soyadını açıkla” çağrısı yapan AKP’liye ne de belediye binasına Dersim tabelası asılmasına karşı mahkemeye başvuran Atatürkçü Düşünce Derneği ileri gelen şahsiyetine şaşırmak mümkün değil. Adorno’nun doğru yaşanması mümkün olmayan “yanlış hayat” nitelemesini çağrıştıran Samsun iskelesi fotoğrafı içinde gözümüzü tırmalayan tam da o “derin” zemin olsa gerek.