Kürt-Türk ilişkisi, son 200 yüzyıl boyunca devletin inkara dayalı tekçi politikaları altında şekillendi ve son nefesini vermek üzere olan Kürt, ölme noktasına geldi. Bu durum sadece siyasal bir mesele olmaktan da çıkmış ve bir toplumsal gerçeklik haline gelerek sosyolojik bir gerçeklik de inşa etmiştir. Ancak Kürtler bu gerçeğe son 52 yıllık mücadeleyle beraber varlık mücadelesini kazanarak müdahale edebilmiştir. Kürtlerin son 52 yıllık var olma mücadelesi, bu inkarın fiili sınırlarını daraltmış, kültürel görünürlüğünü arttırmıştır. Bu süreci baş müzakereci olan Öcalan şöyle tanımlamaktadır;
“İnkar edilen Kürt varlığıyla devlet tarafında bozulan Kürt ve Türk kardeşliği karşısında biz; Kürtleri inkar eden, sömürgeci dediğimiz devlete karşı yapmamız gereken her şeyi 52 yıl boyunca yaptık. Bugün devletle müzakere ederek yeni bir kardeşlik hukukunun temelini atmaya çalışıyoruz. Bunun çatısını örmeye çalışıyoruz. Kardeşlik çözümü arayışındayız. Ama devlet buna ne kadar hazır, bu bir devlet projesi haline gelebilecek mi?” diyerek sürece çözüm projesini ve devlete dair kaygılarını ortaya koymaktadır. Bu noktada şunu sormak gerekiyor; devletin Kürtlere dair, bu olguya dair tanımı nedir?
Mevcut haliyle devlet, Kürtleri örtük olarak kabul ederken onu nasıl tanımlamakta olduğu da merak konusu olmaktadır. Şimdiye kadar ya tümden inkar ederek yok etmek istedi ya da onu oy potansiyeli olan, iktidar için basit bir araç olmanın ötesine geçmeyen bir varlık olarak tanımlamıştı. Bu da iktidarın pragmatist ve günübirlikçi yaklaşımdan beslendi. Bugün, uzun yıllar inkarla yok sayılan, potansiyel bir tehlike olarak görülen Kürt varlığı, politik bir aktör olarak tanınıyor. Ancak Kürt varlığı, Türk ve Kürt halkının tarihi kardeşlik bağı ve hukuki entegrasyona dayalı yeniden inşa edilmesi gereken çözüm ihtiyacıyla yeniden tanımlanamamaktadır. Oysa Kürt olgusu bugün önemli toplumsal ve siyasal gelişmelerin odağında yer alıyor ve devlet bu gerçekliğe dayalı olarak hala tutarlı bir çözüm stratejisi ve felsefi çerçeve geliştirmekten uzak duruyor.
Oysa baş müzakereci olarak Öcalan’ın yeni süreci Türkiye Cumhuriyeti ile demokratik birlik sözleşmesi olarak şekillendirmeye çalışıyor. Ancak bu süreçte devlet, aynı siyasal sorumluluk ve normatif taahhüdü gösteremiyor. Son gelişmelerle beraber ortaya çıkan tablo, devlet içinde iki yapı arasındaki çatışmayı gözler önüne seriyor; normatif yapı ile norm dışın yapı. Kürtlerin görünürlüğü de siyasi statüye dönüşmediği için bu ilişki halen bir “ara rejim” mantığında ilerliyor.
Devlet içinde bugün için daha güçlendiğini anladığımız çözüm arayışını dillendiren kesimler, Kürt varlığının hukuki statüsüne kavuşmasına yanaşmadığı ya da cesaret edemediği için “örtük Kürt siyasetini” aşamıyor. Ön plana koydukları çözüm yöntemleri de silah bırakma dayatmasının ötesine geçememektedir. Bu araf ya da geçiş hali çoklu çatışma denklemi yaratıyor; bir yandan norm dışı yapılar, bir yanda Kürt olgusunu kabul eden ama çözüm stratejisi belirleyemeyen yapılar bir yanda da demokratik çözüm tarafları. Bu çoklu denklemde yeni parametrelerde aktifleşmekte ve İsrail, İran ve Türkiye üzerinden gelişme olasılığı olan stratejiler arasında ibre oynamaktadır. Bu nedenle, özelde devlet içinde ki bu iki eğilimin yarattığı “ara rejim” hali ilerleyen bir demokratik rejim hali oluşturamıyor; öne çıkan siyasal hal sıkışma, oyalama ve zamana yaymayla yol alan belirsizlik olmakta ve bu normatif devlet inşasını da geciktiriyor.
Çağımızın toplumsal ve siyasal dinamiklerinin kesişim noktasında yer alan Kürt olgusu devletinde normatif değişimi sağlamasında hem bir imkan hem de bir imtihan olmakta. Sayın Öcalan’da, baş müzakereci kimliğiyle devleti yıkma değil de onu normatif devlete dönüştürme stratejisiyle hareket ederek devleti etik, rasyonel akıl kazanmış, hukuk devleti haline getirmek için müthiş bir düşünsel derinlik yakalayarak, günlük olarak ürettiği çözüm arayışıyla İmralı tecrit koşullarında yüksek siyaset yaparak çözüme şans tanımaya çabalıyor. İçerisine girdiği bu çözüm arayışçı tutumunu da devrimci inşa ve pozitif devrimcilik kavramıyla tanımlıyor. Peki, burada hedeflenen nedir?
Habermas’ın “meşrutiyet krizi” kavramıyla ifade ettiği durum yaşananı açıkça tarif eder. Devlet, toplumsal bir gerçeği fiilen kabul etmesine rağmen, bu gerçeği hukuki ve etik olarak tanımadığında, kendi normatif temellerini zayıflatarak, meşruiyetini yaralamış olur. Bu hukuk devletinin kamusal akıl ve diyalog yoluyla kurduğu meşruiyeti yerine, güç ilişkilerine dayalı bir “olağanüstü rejim” mantığının geçmesi anlamına gelir. Buna karşı Öcalan geliştirdiği yeni devrimci yöntemle norm devletini pozitif devrimcilik üzerinden inşa ederek, devleti devrimci müzakere yöntemiyle dönüştürme stratejisini de yapılandırır. Kürt olgusu üzerinden tarafların içine girme niyetini ortaya koyduğu yeni dönemin, böyle bir karakteri de içinde barındırdığı anlaşılmaktadır. Demokratik toplum kimliklerin karşılıklı tanınması ve rızaya dayalı kamusal tartışma ile kurumsal düzenini meşrulaştırmasını esas alan bunu içinde entegrasyon kavramını yeniden tanımlayan Öcalan, bu stratejiyle olası bir milliyetçi saldırının da önüne geçmek istemektedir. Norm devletine entegre olmuş normatif bir devlette yalnızca Kürtlerin değil, tüm halkın hukuk devleti normları altında eşit hak ve güvenceye kavuşmasını sağlayacaktır.
Hala niyetsel yaklaşımlarla ilerleyen bu süreçte PKK’nin kendini feshederek, ardından silah yakma eylemiyle ortaya koyduğu siyasal duruş, “iletişimsel eylem” açısından diyalog zeminini güçlendirme girişimi olarak da ele alınmalıdır. Ancak devletin buna verdiği yanıt, güncel politikaya yansıyan Rojava eksenli inkar siyasetinin sürdürülmesi olmuştur. Bu yaklaşımda “iletişimsel akıl” yerine “araçsal aklın” hakimiyetini yansıtır; çünkü sorun hala diyalog ve müzakereyle değil, güvenlik paradigmasıyla yönetilmeye çalışılmaktadır. Bu da sürekli bir kriz hali üreterek, yeni stratejilerin devreye girmesine kapı aralamaktadır.
Yeni dönemde, devlet içinde norm dışı yaklaşımlardan uzaklaşarak, devletin kendisi tarafından yaratılan ve çözüm bekleyen sorunlara yönelik kararlı bir irade geliştirilmesi gerekiyor. Bu irade, yüzeysel ve günübirlik politikalardan sıyrılarak, krizli hali aşabilecek bir strateji geliştirmelidir. Ancak bu şekilde çözüm süreci bir devlet politikası haline dönüşebilir. Baş müzakereci konumunda ki sayın Öcalan’ın, Türk ve Kürt halklarının arasında önerdiği demokratik birlik sözleşmesinin hayata geçirilip geçirilmeyeceğine dair taşıdığı kaygılar, bu iradenin kurumsal bir projeye dönüşüp dönüşmemesiyle ilgilidir. Bu nedenle, bu sürecin düzenlenmesi ve başarıya ulaşması, çözümün bir tarafı olarak devletin kararlı ve tutarlı bir yaklaşıma sahip olmasıyla da ilgilidir.