Tüm iktidar güçleri varlıklarını sürdürebilmek için ezilenler üzerinde çeşitli baskı, sömürü yıldırma politikaları uygularlar. Sömürüyü meşrulaştırmanın farklı yol ve yöntemleri özellikle savaş, ekonomik kriz koşullarında daha da çeşitlenir. Sermaye sahipleri şu an küresel bir ekonomik krizin içinde debelenmektedirler. Ekonomik anlaşmalar veya anlaşmazlıklar, ticaret anlaşmaları, borsada yaşanan hareketlilik, vize serbestileri, turizmin kalkındırılmaya çalışılması, savaşlar, silah ticaretleri vs. sayılabilecek birçok gelişme kapitalist modernite güçlerinin yayılmacı politikalarını açığa çıkarırken aynı zamanda kendi krizlerini aşmanın bir aracı olarak görülmelidir. Devletler bu politikaların yanında meşruluğunu güçlendirmek ve krizi aşmak için emekçileri milliyetçilik ve şovenizmle zehirlemektedir.
Türkiye, bu politikaların en başta gelen uygulayıcılarındandır. Dış ve iç düşman söylemleriyle ezilen kesimleri kendi politikalarının birer payandası yapmaya çalışmaktadır. Ekonomik krizin dışa bağımlılık, yerel kaynakların kapitalist güçlere peşkeş çekilmesi, silahlanmaya ödenen yüksek miktardaki paralar, savaş, belli bir zümrenin sermaye sahibi olmasının, daha da zenginleşmesinin tüm yollarının sınırsızca açılması vb. iken ekonomik kriz ya inkâr ediliyor ya da dış ve iç düşman söylemleri ile toplum manipüle edilmek isteniyor.
Türkiye ise bu krizi en ağır yaşayan ülkelerin başında gelmektedir. Türkiyeli emekçiler açlık sınırının altında yaşamaya mahkûm edilirken; milliyetçilik ise iktidarının sürmesinin bir aracı haline getiriliyor. Sermayenin temsilcisi AKP-MHP ittifakı Türkiyeli emekçileri çeşitli yanıltıcı söylemlerle zehirlemektedir. Alım gücünün en alt seviyelere vardığı süreçte AKP hükümeti ezilen kesimleri halen kandırmaya devam etmektedir. Krizin faturası emekçilere ödetilmektedir. Ve bunu yaparken sistemin tüm araçlarını kullanmaktadır. Toplumun direnmeye açık kesimleri değişik politikalarla minimalize edilmeye çalışılırken sendikalarda örgütlü olan işçilerin direnişleri devlet sendikacılığı ile durdurulmaya çalışılmaktadır.
Bilindiği üzere toplu iş görüşme sürecinin içerisindeyiz. Devlet sendikacılığının en bayağısını Türk-İş nezdinde bu görüşmeler sürecinde bir kez daha gördük. Sürecin başladığı andan bu yana işbirlikçi sendikacılığın emekçilerin ekonomik taleplerini dillendirmek bir yana ezilen milyonlarca işçinin emeğinin kapitalistlere, devlete peşkeş çekeceğini tahmini etmek zor değildi. Yapılan görüşmeler boyunca emekçilerin talepleri değil patronların çıkarları yine işbirlikçi sendika ve devlet tarafından hayata geçiriliyor. Günümüzde sendikaların emekçilerin mücadelesinde önemli bir yerde durduklarını biliyoruz. Açlık sınırında olan milyonlarca işçi ve emekçinin sendikalara üyeliğinin sebebi haklarını savunacak bir örgüt rolünü oynamasıdır. Ancak sendikalara hâkim olan anlayışın bırakın emekçilerin taleplerini gündemleştirmeyi işçileri emekçileri kapitalizmin aracı haline getirip rıza üretme rolünü oynamaktadır.
Hükümet ile TİS görüşmelerinde yetki sahibi olan Türk-İş devlet sendikacılığının temsilciliği konumunu güçlendirmiştir. Çalışma bakanıyla basının önünde yaptıkları son görüşmede mikrofonun açık olması nedeniyle sözleri kamuoyuna yansıyan Türk-İş başkanının ifadeleri madalyonun sadece görünen yüzüdür. Sadece zamlar üzerinden bir pazarlık yürütülmüyor aynı zamanda emekçilerin tepkilerinin önünü almak içinde anlaşma yapılıyor. Önümüzdeki süreçte emekçilerin her hangi bir hak talebi karşısında Türk-iş’in nasıl bir tutum alacağının pazarlığı da yürütülüyor. “Uzasa işi karıştıracağız” sözünün altında bu yatmaktadır. Sermayenin temsilcileri her hangi bir hak talebi karşısında savaş bütçesi ve bölünme yalanlarını yayıp emekçilerin örgütlenme mevzileri olan sendikaları bu politikalarına alet etmeye çalışacaktır. Türklüğün korunması bölünmez bütünlük gibi ırkçı şoven milliyetçi söylemlerle emekçiler sömürüye razı edilmektedir. Milliyetçilik ve şovenizmi teklik üzerinden geliştiren iktidar, sendikaları mücadelesiz bırakıp kendine yedeklemektedir.
Savaşın üst boyutlara taşırıldığı günümüzde savaş karşıtı mücadele şovenizme ve milliyetçiliğe verilecek en iyi cevaptır. Savaşa yatırılan bütçenin emekçilerin ekonomik taleplerine durumunun düzeltilmesinde kullanılması, savaşın durdurulması demokrasi mücadelesinin temel gündemlerindendir. İşçilerin emekçilerin hak mücadelesinin önünün açılması devlet sendikacılığını mahkûm edip, şovenizme ırkçılığa karşı mücadele etmekten geçer. Derin bir zihniyet mücadelesi anlamına gelen bu gerçekliklere karşı örgütlülük zeminleri hem nicel hem nitel bakımdan gelişmek durumundadır. Farklı inançlardan uluslardan topluluklardan cinslerden oluşan ezilen kesimler daha ne zamana kadar egemenlerin iktidarlarının kaldıracı olmaya devam edecek?
Demokrasi mücadelesinin ana bileşeni olan sendikal mücadelenin büyümesi işbirlikçi sendikal anlayışa karşı emekçilerin bilinçlendirilmesi ile paraleldir. Görüşmeler süresince bir direniş geliştirilmez ise emekçiler düşük zamla yine açlığa mahkûm edilecek. Buna rağmen mücadele, örgütlenme gerekçeleri ortadan kalkmayacaktır. Bilakis önümüzdeki süreçler yeni direnişlere gebedir. Hiçbir iktidar ve işbirlikçilik sonsuz değildir. Sendikalar toplumsal muhalefetin önemli kurumlarındandır ve emekçilerin kendi öz örgütü haline gelebilmesi için devletçi sendikal zihniyet geriletilmelidir. Kuşkusuz emekçilerin nihai hedefi sömürüyü ortadan kaldırmaktır. Ve amaçta netlik, başarıda kesin zaferdir.