TBMM Komisyonunda raporlar havalarda uçuşuyor. AKP, MHP ve CHP raporları çözüm süreci bakımından umutvar değil. İşin özüyle ilgili devletle ve devlet partileriyle konuşacak olursam şunları söyleyebilirim:
Savaşa “terör” demenizi, barış yerine “terörsüz Türkiye” hedefinden söz etmenizi elbette kabul etmiyorum ama anlıyorum. Devletsiniz ve devletinizi savunmak için böyle bir kavramsal çarpıtmaya ihtiyacınız var.
Terör değil de savaş deseniz, hemen ardından barış demek zorunda kalacaksınız. Barış deyince de ne siz PKK’nin silahlı güçlerini ne de PKK sizin ordu güçlerinizi, karşılıklı işlenen savaş suçları dışında, birbirleriyle savaştıkları için “suçlu” saymayacak.
Oysa şimdi siz PKK’nin silahlı güçlerini terör suçlusu sayıyorsunuz, o nedenle bu güçlerden “suç işleyenler ve işlemeyenler” gibi akla aykırı formüllerle işin içinden çıkmak zorunda kalıyorsunuz. Öyle olunca da mesela İyi Parti gibi partiler “madem suçlular, cezalandırılsınlar” diyerek tekerinize çomak sokunca zorlanıyorsunuz.
Savaşta ölüm Allah’ın emridir. Ölümsüz savaş olmaz. Savaşta yalnız bir tarafın insanları değil, iki tarafın insanları ölür. Ama savaşa terör derseniz, sizin taraftan ölenler “terör kurbanları” olur, diğer taraftan ölenler ise işledikleri suçun cezasını çekmiş teröristler olarak kayda geçer. Böyle olunca, “terörsüz Türkiye” için karşınıza şehit yakınlarının ve gazilerin “rızası” gibi aşılması çok zor engeller çıkar. Onları sizin ikna etmeniz ne kadar zorsa, Müsavat Dervişoğlu’nun, CHP medyasındaki aşırı ulusalcı Yılmaz Özdil gibilerinin şehit yakınlarını ve gazileri kışkırtması o kadar kolaydır.
Şu sırada karşınızdaki en büyük mesele, yaşanan savaş olduğu için savaş esirlerinin nasıl salınacağı meselesidir. Ama siz savaşa terör dediğiniz için, başta Abdullah Öcalan olmak üzere binlerce PKK’li savaş esirini de kriminal suçlularla, hatta onlardan çok daha tehlikeli suçlular olarak tanıtıyorsunuz, kamuoyu yoklamalarından da anlaşılacağı üzere, sizi destekleyen halk “genel af” olmaz diyor. Oysa savaş esirlerinin salınması hiçbir şekilde “genel af” meselesi değildir. Barış bile değil, kalıcı bir mütareke durumunda bile savaş esirleri kendiliğinden salınır.
Özel bir kanuna bile gerek yoktur.
Yani diyeceğim şu: “Terörsüz Türkiye” diyorsunuz ama, işi kendi elinizle kendiniz zora soktunuz ve şimdi bu zorlukla ne yapacağınızı bilemiyorsunuz.
Oysa barışın bütün şartları oluşmuş bulunuyor.
Birincisi Bakur Kürdistanı’nda fiili mütareke sayesinde savaş sona ermiştir. Gerilla Türkiye sınırlarından çekildiği gibi, Irak topraklarındaki gerilla güçleri TSK ile temas noktalarından bile geriye çekilmiş ve burada da fiili mütareke gereği savaş durmuştur. “Terörsüz Türkiye” hedefinizle en küçük bir ilgisi olmamakla birlikte, savaştığınız Rojava güçleriyle TSK arasında da fiili mütareke gerçekleşmiş ve silahlı çatışmalar büyük ölçüde sona ermiştir.
Barış için bütün askeri şartlar yerine getirilmiştir.
Barış antlaşmasının önündeki en büyük engeller, bir kısmı 1993 yılında PKK’nin “Kürdistan ulus devletini kurma hedefinden vazgeçmesiyle”, ardından da geçtiğimiz Şubat ayında Başkan Apo’nun silahlı mücadeleye son verme ve PKK’yi feshetme kararıyla tümüyle ortadan kalkmıştır.
Geriye ne kalmıştır?
Geriye Kürt halkının varlığını ve dilini fiilen kabul eden devletin bu kabulünü Anayasal ve yasal temele kavuşturması ve savaş boyunca Kürdistan’da aldığı bütün yasal, idari ve askeri olağanüstü baskıcı önlemleri, savaş sona erdiğine göre kaldırması kalmıştır.
Kürt halkı adına hiç kimse Türk devletinden bu koşullarda yerine getiremeyeceği hiçbir talepte bulunmuyor. Mesela Anayasa’nın 66. Maddesinde “herkes Türktür” demek yerine “Türkiye’de var olan bütün farklı uluslardan ve inançlardan tüm insanların ulusal ve inançsal varlıklarını tanıma temelinde Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk vatandaşıdır” gibi bir değişikliği Mehmet Uçum bile önermiştir. Demek ki bu en temel konuda bile müzakere imkânı vardır. Kürt tarafı “Özerk Kürdistan” talebini dayatmamaktadır. Buna karşılık tüm Türkiye Cumhuriyeti idari birimleri içinde yer alan yerel yönetimlerin bürokratik merkeziyetçi vesayetten çıkması ve Avrupa Birliği Yerel Yönetimlerin Özerklik şartına göre düzenlenmesini istemektedir. Bu da söz konusu şarta konan şerhlerin kaldırılmasıyla mümkün olacak bir taleptir.
Özetle Kürt tarafı barış anlaşmasından devletin Kürt sorununu çözmesini beklememekte, buna karşılık Kürt sorununu çözmenin önündeki Anayasal ve idari engellerin kaldırılmasını istemektedir; yani “biz kendi sorunumuzu, silahsız, yasal yollardan çözeriz” demektedir.
Görülüyor ki, Kürt tarafı bu barış müzakerelerinde Türk devletinden toprak ve savaş tazminatı talep etmemekte, Kürdistan’ı Konfederal, federal ya da otonom bir bölge olarak tanımasını istememektedir.
O halde barışın önünde hiçbir ciddi engel yoktur.
Engel Türk tarafında AKP-CHP iktidar savaşlarıdır. Bu savaşların sürdüğü koşullarda sorunu savaş değil terör olarak koymak şu anda “beka” sorunu yaşayan devletin ayağına dolanmıştır.
Başkan Öcalan’la ağız dalaşına giren kimi sosyalistler ve kimi miliyetçi Kürtler, böyle bir barış anlaşmasını bir de kendi hedefleri açısından değerlendirmelidirler. Bu barış anlaşması gerçekleştiği zaman mı sosyalistler için ve milliyetçi Kürtler için elverişli şartlar doğar, yoksa kırk bir yıldır süren savaşın devam etmesi mi? Savaşın devam etmesinden devrim ya da Kürt ulus devleti umuyorlarsa onlara sorulacak soru, kırk bir yıldır neredeydiniz sorusu olacak.









