Umut hakkı konusunda başvuru yapan muhataplara bunu sorma imkanı varken veyahut ufak bir internet taraması ile dahi bu karara ulaşmak mümkün iken buna dair söylemleri hata, eksiklik olarak ifade etmek safiyane bir tavır olur. Bu tam da gerçekliğin çarpıtılmasıdır
Raziye Öztürk
2022 yılında Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı bünyesinde Dezenformasyonla Mücadele Merkezi kuruldu. Bu merkez, internet sitesinde amacını şu sözlerle ifade ediyor; “Gerek yurt içi gerek yurt dışı kaynaklı algı operasyonlarının, komplo teorilerinin ve manipülasyon girişimlerinin önemli bir parçası olan dezenformasyonun erken aşamada tespitini ve eş zamanlı olarak ele alınmasını hedefler.”
Hakikatin üzerini örtme-çarpıtma konusunda medyasından kurumlarına topyekun bir pratik içerisinde olan algı, komplo ve manipülasyon merkezinin bunu yürüten kendisi değilmişçesine, mücadelesine girişeceği bir merkez kurması oldukça trajikomik. Özellikle “algı” noktasında öylesine bir politika geliştirildi ki esasen “imha” başlığı içerisinde hakikatin imhası olarak değerlendirilecek bu kavram yüz yıllık imha, inkar ve asimilasyon politikalarına eklemlenerek ayrıca ifade edilmesi gereken bir düzeye geldi.
Şüphesiz ki var olan sistemi kabul etmeyip hakikat arayışçılığına girişen ve Ortadoğu’da belirleyici özne konumuna yerleşen Kürtler bu politikanın öncelikli hedefi. Meşru hak ve talepler ile bunu talep edenlerin terörize edilmeye çalışılması da en görünür olan tarzı. Yaratılan algı ve manipülasyonun sadece medya üzerinden veya sözsel olarak servis edildiğini düşünmek ise hata olur. Algı ve manipülasyonun kalıcı hale getirilme çabasında ve hakikatmışçasına sunulmasında yargının yadsınamaz düzeyde bir etkisi olduğu ortada.
Bunun örneklerinden biri yakın zamanda SİHA saldırısı ile yaşamını yitiren Cihan Bilgin ve Nazım Daştan özelinde görüldü. Gazetecilerin mesleğini ifa ederken öldürülmelerini protesto eden çoğunluğu gazeteci 50 kişi gözaltına alındı. Gözaltı sonrası ifadede sorulan soru şu oldu; “Katılım gösterdiğiniz eylemde Cihan Bilgin ve Nazım Daştan isimli şahıslar hakkında silahlı örgüt üyesi olmak suçundan –aranıyor- kaydı bulunmaktadır. Bu hususta ifade veriniz.”
Görüldüğü üzere algı merkezi bu soru ile meseleyi hesap vermekten çıkararak hesap sormaya, tutuklama ile de cezalandırmaya taşıyor. Üstelik bunu yargı eliyle yapıyor. Bir yandan hakikat peşinde koşan gazetecilerin hiçbir hukuk tanımadan öldürüldüğü gerçeğini gizlemeye çalışıyorlar, bir yandan da arama kaydı bulunan kimselerin öldürülmesinin meşru olduğu algısını yaratıyorlar. Halbuki arama kaydı sadece yargı yolunu açar, katletmenin yolunu değil…
Algı politikalarının en yoğun saldırısına uğrayan politik aktör ise her daim, Kürtlerin politik özne konumuna gelmesine öncülük eden Sn. Öcalan oldu. 26 yıldır en insani ve ahlaki temel normların dahi uygulanmadığı İmralı Ada Hapishanesi’nde tutulan Sn. Öcalan üzerindeki tecrit, bizzat devletin resmi makamları tarafından inkar edilen bir gerçeklikti. Tecridin uygulanması ve sürdürülmesinde mahkeme kararlarıyla yargı araçsallaştırılarak, yasal ve meşruymuş algısı yaratıldı. Bu tutumu aldatmaca olarak ifade etse de etkili adımlar atmayan uluslararası makamlar bu algı politikasını adeta besledi. Durum öyle bir aşamaya getirildi ki tecrit değil tecridin ifade edilmesi suç haline geldi. Tecrit ile ilgili her slogan protestoya müdahale gerekçesi sayılırken bir yandan da iddianamelere konu edildi. Böylelikle hakikat hem algı ile hem de yaratılan korku ve baskı ortamı ile gizlenmeye çalışıldı. Ancak karşısında öylesi bir direnç vardı ki tecridin varlığı kabul edilmek durumunda kalındı.
Son zamanlarda ise özellikle Sn. Öcalan merkezli tartışılan “umut hakkı” nın türlü algı ve manipülasyonlara maruz bırakıldığını görüyoruz. Hak değil de bir lütuf gibi sunulan bu hakkın siyasi çevrelerce pazarlık konusu edilmesi tam olarak İmralı’da uygulanan politikanın özeti durumunda. Kimi üst düzey medya grubu temsilcileri; avukatların umut hakkı konusunda başvurusu olmadığını söyleyebiliyorken kimi vitrin profesörleri de Öcalan ile ilgili verilmiş bir kararın Öcalan hakkında uygulanamayacağını büyük bir özgüvenle ifade edebiliyor. Umut hakkı konusunda başvuru yapan muhataplara bunu sorma imkanı varken veyahut ufak bir internet taraması ile dahi bu karara ulaşmak mümkün iken buna dair söylemleri hata, eksiklik olarak ifade etmek safiyane bir tavır olur. Bu tam da gerçekliğin çarpıtılmasıdır. Daha önce de defalarca kez ifade ettiğimiz üzere bu konudaki hakikat aşikardır; Sn. Öcalan’ın fiziki özgürlüğüne kavuşması politik ve insani bir gereklilik olduğu kadar aynı zamanda uluslararası hukukun gereğidir. Pazarlık edilecek, lütuf gibi sunulacak bir konu olmaktan azadedir. Şöyle ki; Ağırlaştırılmış infaz rejimi düzenlemesi ile ömrü boyunca cezaevinde kalacağı yönünde karar verilen Sn. Öcalan hakkındaki bu karar bizzat avukatları tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşınmıştır. Başvuru üzerine 2014 yılında karar veren AİHM, Sn. Öcalan hakkında verilmiş ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını işkence yasağına aykırı bulmuştur. Bir kimsenin umut hakkı tanınmadan ömür boyunca cezaevinde tutulamayacağı tespitini yapmıştır. Bununla birlikte salıverilme imkanı yaratılmasına uygun yasal düzenlemelerin yapılması gerekliliğini ifade etmiştir. Hükümet AİHM’in yargı yetkisini daimi olarak kabul etmesine ve AİHM’in verdiği kararların kendisi açısından bağlayıcı olduğunu uluslararası sözleşmelerle taahhüt etmesine rağmen kararın gereğini yerine getirmedi. 10 yılı aşkın bir süredir işkence yasağını ihlal eden bir uygulamaya son verilmedi. Gerekli yasal düzenlemeleri yapmadı. “Ömür boyu cezaevinde kalma” konusunda AİHM kararı bulunan ve karar doğrultusunda değişiklik yapan ülkelere baktığımızda cezaevinde tutulma süresi en fazla 25 yıl olarak belirlenmişken Sn. Öcalan İmralı’da ağır koşullar altında 26. yılını dolduruyor.
Bu politika ile bir yandan savaş durumunda dahi tolere edilemeyeceği belirtilen işkence yasağı meşrulaştırılmaya çalışılırken, bir yandan da yasalar, uluslararası sözleşmeler etkisiz kılınarak yeni bir “hukuk” yaratılmaya çalışılıyor. Hak lütuf gibi sunuluyor…
Hızla değişip akan gündem içerisinde meseleyi hukuki ve insani zeminden uzaklaştıran bu algı yönetimlerine karşı, hakikati kaynağından-esas muhataplarından öğrenmek hakikate ulaşmada her zaman en doğru yöntem olacaktır. Deneyimler ile de çok kez teyit edilmiştir ki; kurulu yalanlar, yaratılan algı ve inkar ile hakikatin ortaya çıkmasına engel olunamayacaktır.