Bazı anlar vardır ki, tarih yalnızca yazılmaz, yaşanır ve hissedilir. Zaman ağır bir sis gibi çökerken, hakikat bazen fısıltıyla bazen de çığlıklarla kendini duyurur. İçinde bulunduğumuz dönem de tam olarak böyle bir eşikte duruyor: Bir yanda çözüm umudu, diğer yanda inkârın ve baskının koyu gölgesi. Günler, belirsizlik ve direnişin iç içe geçtiği bir ritimle akıyor.
İmralı’dan yükselen ses, sadece bir halkın değil, tüm bir coğrafyanın kaderine dokunuyor.
Öcalan, Kürt meselesi başta olmak üzere Ortadoğu’daki çatışmaları savaş ve şiddet zemininden hukuka ve siyasete taşımaya çalışıyor. Fakat bu çaba, sadece masada yürütülen bir strateji değil; tarihin ve halkın vicdanında yankı bulan köklü bir değişim arayışıdır.
Devletin içindeki muhatapsızlık, aslında yaşanan çaresizliğin en net ifadesidir.
AKP iktidarı, bu sürecin inisiyatifini elinde tutmadığını biliyor. O yüzden medyayı tekeline alarak gerçekliği çarpıtıyor, şiddeti bir yönetme biçimi haline getirerek inkâr siyasetini sürdürüyor. Kürt halkının iradesine karşı girişilen bu saldırılar, yalnızca bir halkın taleplerine değil, toplumsal bir değişimin kaçınılmazlığına duyulan korkunun da dışavurumudur. Bu yüzden kayyum işgalleriyle attığı her adım, aslında kendi yenilgisini örtbas etme çabasından ibarettir. Wan’a kayyım atanmasının 15 Şubat’a denk getirilmesi de bu bilinçli hamlelerden biridir. Bu tarih, Kürt halkının hafızasında derin bir yara olarak duruyor. Yüzyıllık inkâr siyasetinin bir yansıması olarak halkın iradesine vurulan bu darbe, yalnızca bir belediyeye kayyım atanması değildir; halkın kolektif hafızasına yapılmış kasıtlı bir saldırıdır.
Bu dönemin önceki çözüm süreçlerinden farklı olduğu açık. Önceki yıllarda devletin masaya oturması, bir iradeyi kabul ettiğinin göstergesiydi. Oysa bugün, Kürt halkının varlığını tanımaktan kaçınan bir iktidar, savaş siyasetini devam ettirerek ayakta kalmaya çalışıyor.
Çözümsüzlük, onun son dayanağı haline gelmiş durumda. Fakat zamanın ruhu, statükoyu değil, değişimi işaret ediyor. Faşizm, varlığını sürdürebildiği her an gücünü koruduğunu sanır. Oysa bazen en güçlü görünen yapılar, en ufak bir sarsıntıyla çöker. AKP iktidarı da mutlak kontrol yanılsaması içinde çırpındıkça daha büyük bir çıkmazın içine giriyor. Devletin şiddet araçlarına daha fazla sarılması, onun kırılganlığını ele veriyor. Tarih, bu türden kırılma anlarını defalarca gördü. Ve her seferinde, baskıyı kalıcı zannedenler yanıldılar.
Bugün de tablo farklı değil. Kayyım politikalarıyla işgal edilen belediyeler, sadece bir yönetim değişikliği değil, halkın iradesine vurulmuş prangalar olarak görülüyor. Ancak prangalar, ne kadar sağlam görünse de onları kırmaya ant içmiş bir irade karşısında uzun süre dayanamaz.
Geçmiş, inkârın ve zorbalığın ne kadar sürdürülebilir olduğunu defalarca test etti.
Sonuç hep aynıydı: Halklar her zaman eninde sonunda kendilerine dayatılan kaderi reddetti.
Wan’a kayyım işgali, AKP’nin kendi içindeki kırılganlığını da gözler önüne seriyor. Devlet, Öcalan’ın halk nezdindeki gücünü zayıflatmaya çalışırken aslında onun siyasal etkisini daha da görünür kılıyor. Çünkü gerçek liderlik, yalnızca bir makamda oturmakla değil, halkın kalbinde yaşamaya devam etmekle mümkündür. İmralı’dan yükselen fikirler, duvarların ardına hapsedilemeyecek kadar derin köklere sahiptir.
Zamanın akışı, tek adam rejiminin iradesiyle yön değiştiremez. Bir halkın hafızası, ona neyin dayatıldığını unutmaz. Kürt halkı için 15 Şubat, yalnızca geçmişin acılarını hatırlatan bir gün değil, aynı zamanda ona rağmen var olmanın, ona rağmen direnmenin bir simgesine dönüşmüştür. Devletin bu hafızayı silme çabaları, onu daha da güçlendirmekten başka bir sonuç doğurmuyor.
Ve tarih, onu ne kadar bastırmaya, inkâr etmeye çalışsalar da kendi yolunu çizecektir.
Halkların kaderi, er ya da geç, aynı kavşakta kesişir; çünkü hakikat, ne kadar geciktirilirse geciktirilsin, dirençle ve cesaretle yoğrulur. Zaman, kendine biçilen dar kalıplara sığmaz; onu değiştirenler, boyun eğmeyenlerdir. Ve gün gelir, o cesaret, en güçlü duvarları yıkan, en ağır zincirleri kıran bir fırtınaya dönüşür.