Dünyadaki pek çok sivil faşist hareket o dönem bizim kavramlarımızla konuşur olmuştu. Aşıya karşı çıkan solcularla sağcılar -komplocu zırvalar bir yana bırakılacak olursa- aynı retorikte buluşuyordu.
Eduardo Galeano’nun ekolojik yıkım ve mücadeleye ilişkin makalelerinden oluşan ‘Kullan-At/Gezegenimiz Yegane Evimiz’ derleme kitabında “dilin kendi kendine ihaneti” diye başlayan bir bölüm vardır. O bölümde Galeano, Ekvator’da gerçek cellatların kurbanlarına “cellatlar” diye seslendiklerini belirtir. “Cellat yerliler”… Her üç Ekvadorludan birinin yerli olduğunu hatırlatarak, yenilgiye uğratılan yerlilere uygulanan muameleyi bizzat yaşayanların ağzından aktarır.
Oldukça kısa, bir o kadar sade ve yoğun bir anlatımla Galeano aynı anda birçok konuda düşünmeyi kışkırtır. O metin de öyledir. Fakat “Dilin kendi kendine ihaneti” kavramlaştırması özel bir dikkat kesilmenize neden olur. Çünkü Galeano’nun yüklediği anlamla “dilin kendi kendine ihaneti” bugün olduğu gibi tarihin birçok döneminde şaşkınlık verecek düzeylere ulaşmıştır.
Hitlerci faşistler bunun başını çekmiştir mesela. Kendilerini mağdur, cılız da olsa onlara karşı çıkanları gaddar olarak tanımlayabilmişlerdir. Dilin tersyüz edilerek işgal edilmesi üzerinden kurmuşlardır makine düzeninde akan tüm o ‘belagatlerini’!
Sayısız örnek verilebilir bu konuda.
Günümüzde ise dünyanın hemen tüm gericileri, sermaye temsilcileri, söylemlerini popülizm üzerinden kuran tüm neofaşistleri bunu en pervasız biçimleriyle sürdürüyor. Kimi dönemlerde daha belirgin bir görünürlük kazanıyor bu. Pandemi böyle bir dönemdi mesela. Dünyadaki pek çok sivil faşist hareket o dönem bizim kavramlarımızla konuşur olmuştu. Aşıya karşı çıkan solcularla sağcılar -komplocu zırvalar bir yana bırakılacak olursa- aynı retorikte buluşuyordu. O kadar ki “Ama şimdi faşistler dilimizi tümüyle aldı. Sözsüz kalmışım gibi hissediyorum” diyordu Avusturalyalı bir solcu*. Kültürel hegemonya kurma derdinde olan faşist iktidarlar ya da hareketler dünya düzeyinde solun gerilemesi zeminini ona kendisini “sözsüz kalmış” hissettirecek kadar pervasızca kullanıyorlardı.
Bugüne ve bu topraklara gelelim. İktidar ve kurmayları ya da devasa trol ordusu her gün yeni bir kavram icat etmiyor… Esas olarak bizim kavramlarımızı apardıkları bir literatürle konuşuyorlar. “Tekelleşme” diyorlar mesela. Kendi kurdukları tekelin hegemonyası altına girmeyen her kesim onlara göre kolu kanadı kırılması gereken “tekel” ya da “tekelci”. Bunu son olarak tekellerini kuramadıkları dizi-sinema camiasında gördük. Bu alandaki pastadan daha fazla pay kapmak (dizi ihracından gelen rakamlar bile bu açıdan kafi) işin bir yanı elbette diğer yanıysa o bildiğimiz kültürel hegemonya hezeyanı. Ama kitlelere nasıl pazarlıyorlar: “Onlar tekel, hak yiyorlar, başarılı sanatçıları adamları değillerse eliyorlar.” En büyük tekel kendileri oldukları, dahası kendileri dışında bir tekelin serpilip gelişmemesi için yanıp tutuştukları halde bu pişkinlikle konuşabiliyorlar.
‘İnsan hakları’, ‘demokrasi’, ‘vesayet sistemi’ gibi pek çok kavram da aynı kaderi paylaşıyor. Kimi zaman değme antikapitalist bile olabiliyorlar.
Son zamanlarda üzerinde en çok tepinilen kavram da ‘emperyalizm’. İktidarın dümeninde oturanından ortağına, ideolojik aygıtlarından ünlü ‘danışmanlarına’ kadar ağzını açan “emperyalizmin planları”ndan bahsediyor. Kendilerinin göbekten emperyalizme bağlı olduklarını bilmesek “helal olsun” diyeceğiz. Oysa en basitinden o şişine şişine “zaferimiz” diye takdim ettikleri Suriye’de hamilik yaptıkları HTŞ ve diğer cihadistlerin kulağına “Aman İsrail’e dokunmayın” diye fısıldayan da kendileri. “Dokunmayın” çünkü arkasındaki güçler belli. Yine Kürt düşmanlığı ve yayılmacı hayallerle NATO adına Ortadoğu’yu “çekip çevirecek” askerler olmak istediklerini defalarca tekrarlayan da onlar!
“Etki ajanlığı” gibi bir kavramın içeriğini lastik esnekliğiyle genişletip politikalarını eleştiren herkesi “emperyalizm işbirlikçisi” ilan edecek kadar ileri gidebiliyorlar.
Kürtler ya da Kürt özgürlük mücadelesi zaten öyleymiş onlara göre. Hatta o kadar ki bir adım ileri atıp “dış Kürt sorunu” gibi bir kavram türetebiliyorlar. Bu “dış”ı hem “kökü dışarda” yani emperyalizmle bağlantılı ama hem de “burada bir Kürt sorunu yok artık” manasında kullanıyorlar. “Sorundan” kasıtları da Kürt halkının haklı tarihsel taleplerinin bastırılamamış olması…
Son zamanların öne çıkan bir diğer yönü de olay ve olgulara isim bulmaktaki sıkıntı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim’de başlattığı “barış” tokalaşmasıyla başlayan gelişmelere kimse isim bulamıyor. Rejim temsilcileri gelişmeleri tek bir kavramla ifade edemedikleri için “terörsüz Türkiye”de karar kılarken söylemlerinin merkezine de “kadife eldiven içindeki demir yumruk” tehdidini oturtuyorlar.
Baş köşeye oturtulan ve içeriği herkesin durduğu yere göre doldurulan “barış” kavramıysa sürecin en sık kullanılan tanımı. Herkesin dilinde farklı anlamlar kazansa da evrensel bir manası olan “barış” iktidar nezdinde “kayıtsız şartsız teslimiyet”, o olmazsa demir yumruk anlamında kullanılıyor.
Oysa ne çok anlamlar yüklüyor bu kavrama çekmediği acı kalmayan Kürt halkı! Karşısındakini iyi tanıdığı halde yine de umut etmek istiyor. Her zamanki iyi niyetiyle. Diğer taraftan bunun kendilerinin özlemini duydukları bir “barış” olmadığını da seziyor olmanın tedirginliğiyle. İktidarın Rojava’da önü açılsa yeni bir Gazze yaratabilecek kadar gözünü kararttığını her haliyle ortaya koymasıyla “barış” kavramı arasındaki tezatlık tarihin en ironik sırıtmasıyla karşımızda duruyor nitekim.
Kürt halkının haklı ve meşru taleplerinin simgesi olarak Rojava’da inşa edilen demokratik halkçı sistem emperyalistlerin de Türkiye gibi hayallerle korkuları iç içe geçirip geometrik bir saldırı diline dönüştüren bölge ülkelerinin de istemediği bir gerçeği ifade ediyor. Bu ne kadar gerçekse, sahici barışın ancak ezilen halkların, işçilerin, emekçilerin mücadelesiyle yaratılabileceği de bir o kadar gerçek. Barış, yeni üretim-toplumsal ilişkiler ve bunlar üzerinden yükselecek dünya düzeninin simgesi olmaya devam ediyor. Kavramın gerçek içeriğine kavuşması ve böyle bir dünya düzeninin harcı haline gelebilmesi ise toplumsal bir talebe dönüşebildiği oranda mümkün olacak.
İktidar çevreleri ve trollerinin son günlerde ürettikleri en yeni kavramsa “Siyasi Alevilik”. Onu bile “siyasal İslam” kavramlaştırmasından apardıkları açık. Onlar “ürettikleri” kavramlarla hep düşmanlığı kışkırtmayı hedeflediklerini ele vererek tarihsel olarak nerede durduklarını ifşa ediyorlar. Bu kavram da tarihe, yeni bir Alevi kırımına davetiye çıkarmak, Alevileri “makbul” ve “makbul olmayan” şeklinde ayrıştırmak için türetilen o halk düşmanı kavramlar çöplüğüne gönderilecektir, mücadeleyle…
Geriye miadını doldurmuş, aslında dili bile tükendiği halde oradan buradan çaldıklarını kendi karanlık ruhuyla içeriklendiren bir sınıf ve temsilcilerinin gelecek nesillerin hayretle okuyacakları hikayeleri kalacaktır.
Ama bunun için, bizim, kavramlarımıza, ruhumuza, kimliğimize yaraşır bir anlam ve içerik kazandırmak için sahici bir mücadelenin öznesi/parçası olmamız gerekiyor.
*Naomi Klein-Ayna Dünyaya Yolculuk/Doppelganger