‘Uluslararası kamuoyu,’ ‘demokratik ülkeler’ ya da kısaca ‘Batı’ gibi terimlerden; Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkeler ve bazı müttefiklerinden oluştuğu varsayılan bir uluslararası ‘hayali cemaat’ anlaşılır. Üçüncü dünyacı terminolojide ‘emperyalist blok’ diye anılan, daha moda literatürünse ‘küresel kuzey’ gibi coğrafi bir tasvirle anmayı tercih ettiği bu varlığın, bazı ortak siyasal ve kültürel değerler etrafında tanımlandığı varsayılır. Küresel demokrasi endeksinde alt sıralarda bulunan ülkelerdeki muhalif yapıların söyleminde ‘uluslararası kamuoyu’ önemli bir yer tutar.
19 Mart günü Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla başlayan ‘aşırı otoriterleşme’ süreci karşısında gözler kaçınılmaz olarak dünya kamuoyunun tepkilerine de çevrildi. Özetle, şöyle bir gözlem yapmak mümkün: Avrupa ve ABD’nin önde gelen yazılı ve görsel medya kuruluşları, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması ve bunu takiben patlayan protesto fırtınasına geniş yer veriyor. Ama bu ilgi, Avrupalı siyasi liderlerin ve Beyaz Saray’ın demeçlerine aynı oranda yansımış değil.
Başlangıçta, Avrupa’nın hemen bütün başkentlerinin ve büyük kentlerinin belediye başkanlarından gelen İmamoğlu’yla dayanışma mesajları bir umut yaratmıştı. Ama Avrupalı hükümetler, siyasi partiler ve Avrupa Birliği (AB) gibi yapılardan klasik “endişeyle izleme” ötesinde güçlü tepkiler yükselmedi. ABD yönetimi sözcüsü ise meseleyi “Türkiye’nin içişleri” diye niteleyerek geçiştirdi.
Le Pen yahut İmamoğlu
‘Dış güçlerin’ bu genel ‘gaflet ve delalet’ manzarası üzerine bir de Fransa’nın aşırı sağ Milli Birlik partisi lideri Marine Le Pen’in mahkeme kararının gelmesi kafaları iyice karıştırdı. AB fonlarını uygunsuz kullanarak yolsuzluk yaptığı sabit görülen Le Pen, hapis cezasına çarptırılması üzerine hemen İmamoğlu davasını hatırlattı. Kendisinin de İmamoğlu gibi iktidarın en güçlü rakibi olduğunu belirterek kararın siyasi olduğunu iddia etti.
Bu karşılaştırmaya ‘sol’ destek, Yunanistan eski maliye bakanı Yanis Varoufakis’ten geldi. Varoufakis, Fransa’daki durumun Türkiye’den farklı olmadığını öne sürerek Avrupalı liderlerin Erdoğan’ı kınarken Fransız yargısını alkışlamalarını “liberal ikiyüzlülük örneği” olarak niteledi.
Varoufakis’in liberal dediği güçleri, ABD Başkanı Donald Trump ‘Avrupa Solcuları’ olarak adlandırıyor. Bu mihraklar tarafından Marine Le Pen’e karşı bir ‘Cadı Avı’ yürütüldüğünü iddia ediyor. “Le Pen’e özgürlük!” sloganıyla biten uzun bir protesto mesajı yayınlayarak Fransız yargısına müdahalede hiçbir sakınca görmeyen Trump’ın makamı tarafından İmamoğlu meselesinin “Türkiye’nin içişleri” olarak nitelenmesi dikkat çekici.
Bunun üzerine bir de demokrat senatör Chris Murphy’nin İmamoğlu operasyonuna Amerikan icazeti yolundaki kuşkuları dillendiren konuşması geldi. Murphy, Erdoğan’la Trump arasında 16 Mart günü yapılan telefon görüşmesine dikkat çekiyor. Erdoğan’ın (yani “Türk yargısının”) bu görüşmenin ardından harekete geçmesinin rastlantı olmadığı iddiasıyla şunları söylüyor: “Muhtemelen, Trump tutuklama kararına onay verdi.”
Bon pour l’orient?
Hülasa, son günlerde Trump’ın 2 Nisan ‘gümrük tarifeleri ihtilali’ ve Ukrayna savaşı gibi dertlerle yeterince meşgul olan ‘dış güçler’, Türkiye’nin içine girdiği anti-demokrasiye geçiş sürecinden pek de rahatsız görünmüyorlar. Mülteci akınının Edirne’den batıya taşmamasına ve TSK’nın jeopolitik katkılarına en çok muhtaç oldukları bu günlerde Erdoğan’ı üzecek davranışlardan kaçınmaya mecbur hissediyor olabilirler. Daha da vahimi, hızla tamamlanmakta olan İslamcı otoriter rejim hakkındaki gerçek fikirlerinin bon pour l’orient (Şark için iyi) olmasıdır.
‘Garp cephesi’nin sükuneti ve tepkilerin cılızlığı, muhalefetin diplomasi alanındaki yetersizliğinin bir sonucu olarak görülmelidir. Demokratik ülke hükümetleriyle, sol partilerle, yerel ve uluslararası kurumlarla ve dünya demokratik kamuoyuyla gerekli ilişki ve dayanışma ağlarını kurmak yönünde hiçbir çaba göstermemiş olmalarının sonucudur.
Protesto eylemlerini ‘vandalizm’, boykot çağrısını da ‘yerli ve milli sermayeye saldırı’ diye kınayan saray rejimi ve AKP sözcülerinin CHP’nin can havliyle Avrupa hükümetleri ve Batılı kurumlar nezdinde yaptığı girişimleri ‘vatan hainliği’ olarak damgalaması kimseyi şaşırtmıyor. Ama sorunun, iktidarın yaftalamasından önce muhalefete, sola ve özellikle de CHP’ye hakim ‘ulusalcı’ zihniyette aranması daha doğru olur.
Muhalefet, bir nevi bon pour l’orient kafasıyla siyaseti ‘milli siyaset’ olarak gördüğü ve milli güvenlik doktrini çerçevesinde ele aldığı için ülke sorunlarını uluslararası platformlarda tartışmaya açmaktan sistematik olarak kaçınmaktadır. Bunun örnekleri, Avrupa Parlamenterler Konseyi oturumlarında defalarca görüldü. Hatta o platformda AKP’lilerle aynı cepheden HDP’li temsilcilere ‘vatan haini’ diye saldırılmasına da tanık olundu.
Kılıçdaroğlu yönetimi yıllarca toplumu meydanlardan, sokak protestolarından uzak tutmak için her yola başvurdu. “Sokak yerine sandık” diyerek seçmenlerini defalarca kandırdı; çünkü sandıkta da toplumun iradesine ihanet edecekti. Mühürsüz zarflara, sandık oyunlarına, şaibeli sonuçlara ‘Yenikapı ruhuyla’ tekrar ve tekrar boyun eğdi. ‘Atı alan Üsküdar’ı geçti’ diyene ‘adam kazandı’ safsatasıyla selam durdu. Saraçhane mitingleriyle bu tavrın aşılmaya başladığı izlenimi vermeye başlayan yeni CHP yönetimi için uluslararası dayanışmanın ‘vatana ihanet’ olmadığı, gerçek ihanetin ‘milli siyaset’ kafasıyla toplumu ‘makus talihine’ mecbur bırakmak olduğu gerçeklerini kavramanın da vakti gelmiştir.
Demokrasi, ‘milli güvenlik’ paranoyası ve ‘milli siyaset’ saplantısı içinde ‘Genç Subaylar Rahatsız’ tarzı darbeci beklentiler sarmalından kurtulmuş, gönül rahatlığıyla ‘iç güçler’ kadar ‘dış güçler de rahatsız’ diyebilen bir toplumsal zemin üzerinde yeşerebilir. ‘Milli siyasetçi’ zihniyetin sonuysa ‘Şark için iyi’ terimine içkin (laik yahut Şeriatçı) baskıcı otoriter rejimlere mahkumiyettir.