İsrail Başbakanı Netanyahu’nun bu anlaşma sonrasında, ‘Bölgede yeniden imparatorluk hayalleri kuranlara sesleniyorum: Bunu aklınızdan çıkarın, böyle bir şeye izin verilmeyecek’ minvalindeki sözleri, doğrudan isim zikredilmese de Türkiye’ye yönelik bir mesaj olarak okunmuştur
Mazlum Kardaş
Doğu Akdeniz, yalnızca deniz tabanında keşfedilen doğal gaz rezervlerinin ya da enerji iletim hatlarının kesiştiği bir coğrafya değildir; aynı zamanda kapitalist modernitenin krizlerini, ulus devlet rekabetini, emperyal dizaynları ve halklara dayatılan yeni hegemonya biçimlerini en çıplak hâliyle görünür kılan tarihsel bir kavşaktır. Antik çağlardan bu yana imparatorlukların, ticaret yollarının, inanç merkezlerinin ve askerî güçlerin uğrak noktası olan bu havza, bugün enerji üzerinden yeniden kodlanmakta; boru hatları, LNG terminalleri, denizaltı kabloları ve askerî anlaşmalar aracılığıyla yeni bir tahakküm mimarisi inşa edilmektedir. Enerji güvenliği söylemiyle meşrulaştırılan bu mimari, gerçekte halkların yaşam alanlarını daraltan, ekolojik yıkımı derinleştiren ve savaş ihtimalini kalıcılaştıran bir politik ekonomi üretmektedir.
Kapitalist modernite, enerjiyi yalnızca ekonomik bir meta olarak değil, aynı zamanda siyasal ve askerî bir hegemonya aracı olarak ele alır. Doğu Akdeniz’deki gaz sahaları bu nedenle salt teknik ya da ticari projeler değildir; her biri küresel güç dengelerinin yeniden kurulmasında işlev gören stratejik düğümlerdir. İsrail’in Leviathan ve Tamar sahaları üzerinden Avrupa’ya açılma arayışı, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Avrupa Birliği şemsiyesi altında kendisini tahkim etme politikası, Türkiye’nin “Mavi Vatan” doktriniyle sürece müdahil olması ve ABD–AB ekseninin enerji çeşitlendirmesi adına bölgeyi yeniden dizayn etme çabası aynı tablonun farklı parçalarıdır. Bu tabloda halklar yoktur; denizler, yaşam alanları ve doğa, jeopolitik enstrümanlara indirgenmiştir.
Tarihsel süreklilik bu noktada belirleyicidir. Akdeniz, Roma’dan Osmanlı’ya, Haçlı seferlerinden sömürgecilik dönemine kadar gücü elinde tutanların “iç denizi” olmuştur. Bugün benzer bir mantık, enerji altyapıları üzerinden yeniden üretilmektedir. EastMed boru hattı, Büyük Deniz Bağlantısı elektrik kablosu, LNG merkezleri ve askerî üsler, modern dönemin Mare Nostrum anlayışının güncel araçlarıdır. Ancak bu kez imparatorluklar değil, çokuluslu şirketler, askerî ittifaklar ve finans kapital bu denizi kontrol etmeye çalışmaktadır. Bu kontrol arayışı Doğu Akdeniz’i kalıcı bir kriz ve çatışma alanına dönüştürmektedir.
Bu bağlamda bugün İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi arasında imzalanan yeni anlaşma, yalnızca teknik bir iş birliği belgesi değil; bölgesel güç dengelerini sertleştiren stratejik bir adımdır. Anlaşma, enerji, güvenlik ve savunma alanlarında iş birliğini derinleştirirken Doğu Akdeniz’i Türkiye’yi dışlayan bir eksen üzerinden yeniden yapılandırmayı hedeflemektedir. Üçlü mekanizma daha önce askerî tatbikatlar ve enerji projeleriyle fiilen kurulmuştu; bugünkü adım bu hattın kurumsallaştırılması anlamına gelmektedir. Enerji güvenliği söylemi altında atılan bu adım, fiiliyatta Doğu Akdeniz’i askerî–enerji bloklaşmasına sürüklemekte ve bölgesel gerilimi kalıcılaştırmaktadır.
İsrail Başbakanı Netanyahu’nun bu anlaşma sonrasında, “Bölgede yeniden imparatorluk hayalleri kuranlara sesleniyorum: Bunu aklınızdan çıkarın, böyle bir şeye izin verilmeyecek” minvalindeki sözleri, doğrudan isim zikredilmese de Türkiye’ye yönelik bir mesaj olarak okunmuştur. Bu ifade yalnızca diplomatik bir polemik değil; Doğu Akdeniz’de kimin hareket alanına sahip olacağına dair açık bir güç beyanıdır. Netanyahu’nun söylemi, İsrail’in enerji ve güvenlik politikalarını savunma refleksiyle sınırlı değildir; aynı zamanda bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etme iradesinin ideolojik dışavurumudur. Bu yaklaşım, Doğu Akdeniz’deki enerji projelerinin artık açık biçimde siyasal ve askerî cepheleşmenin parçası hâline geldiğini göstermektedir.
Türkiye’nin bu süreçteki pozisyonu da benzer biçimde ulus-devletçi bir çerçevede şekillenmektedir. “Mavi Vatan” doktrini, denizi halkların ortak yaşam alanı olarak değil, devletin egemenlik sahası olarak tanımlar. Bu yaklaşım, İsrail–Yunanistan–Kıbrıs ekseninin dışlayıcı politikalarına karşı bir itiraz üretse de nihayetinde aynı paradigmanın sınırları içinde kalır. Enerji hatları üzerinden kurulan bu karşılıklı hamleler, halkların değil devletlerin çıkarlarını merkeze alır. Ortaya çıkan tablo; karşılıklı askerîleştirme, artan savunma harcamaları ve kalıcı bir güvensizlik rejimidir.
Oysa Doğu Akdeniz’de yaşanan kriz, teknik ya da hukuki anlaşmazlıkların çok ötesindedir. Bu kriz, kapitalist modernitenin yapısal bir krizidir. Enerji, bu sistemde hem büyümenin hem de savaşın motorudur. Gaz sahaları, boru hatları ve elektrik kabloları aynı zamanda yeni sömürge yollarıdır. Bu yollar üzerinde ilerleyen sermaye doğayı tahrip ederken halkları yoksullaştırmakta, göçü ve çatışmayı derinleştirmektedir. Kıbrıs’ta yaşanan yenilenebilir enerji israfı, Gazze açıklarındaki kaynakların savaşla ilişkilendirilmesi ve Suriye–Lübnan hattındaki istikrarsızlıklar bu bütünün parçalarıdır.
Bu nedenle çözüm, yeni boru hatları çizmekte ya da askerî ittifakları genişletmekte değildir. Çözüm, enerjiye yaklaşımın köklü biçimde değiştirilmesindedir. Enerji bir egemenlik ve tahakküm aracı olmaktan çıkarılmadıkça Doğu Akdeniz kalıcı bir barışa kavuşamayacaktır. Demokratik modernite perspektifi, burada gerçek bir alternatif sunmaktadır. Enerji kaynaklarının halkların ortak malı olarak ele alındığı, ekolojik sınırların gözetildiği ve yerel toplulukların karar süreçlerine katıldığı bir model, bu coğrafyada sürdürülebilir bir istikrar yaratabilir.
Türkler, Kürtler, Rumlar, Araplar ve Yahudiler tarih boyunca bu denizi paylaşmış, ticaret yapmış ve birlikte yaşamıştır. Bugün bu tarihsel birikim, ulus-devletlerin dar çıkarları uğruna yok sayılmaktadır. Enerji hatları ya hegemonik zincirlerin yeni halkaları olacak ya da halkların özgürlük hatlarına dönüşecektir. Bu tercih yalnızca teknik değil, aynı zamanda siyasal ve ahlaki bir tercihtir.
Doğu Akdeniz’in geleceği, bu tercihin hangi yönde yapılacağına bağlıdır.
Enerji, sermaye ve devlet ittifakının çıkarlarına göre şekillendirilmeye devam ederse, bu deniz savaşların, göçlerin ve ekolojik yıkımın sahnesi olmaya devam edecektir. Ancak enerji halkların ortak yaşamını güçlendiren, eşitliği ve dayanışmayı esas alan bir perspektifle ele alınırsa Doğu Akdeniz yeniden bir barış ve birlikte yaşama havzasına dönüşebilir. Bugün imzalanan anlaşmalar ve kullanılan sert dil, ilk yolu güçlendirmektedir. Oysa tarih, ikinci yolun da mümkün olduğunu defalarca göstermiştir. Bu yol cesaret, örgütlülük ve paradigmatik bir kopuş gerektirir; ancak halklar için gerçek çıkış yolu da buradadır.









