Kadın etrafında gelişen ahlaki-politik toplum, birkaç bin yıl öncesine kadar hâkim bir kültür iken, devletleşen iktidar, toplumun tüm değerlerini gasp edip tahakkümünü kurar. İktidar, kadın şahsında toplumu köleleştirerek, toplumdan tamamen ayrışır, yani sınıfsallık oluşturur
Afşin Aybar
Mikro evren dediğimiz insanın tek amacının kendisini sadece tür olarak var etmek olmadığını, insanlık tarihinin mirasından görebiliyoruz. İnsanın var olma istemi ise en az evrenin kendisini var etme istemi kadar doğaldır.
İnsan zihninin gelişimi bir yönüyle doğadaki canlıları taklit ederek gelişse de asıl gelişimi, düşünme özelliğinden gelmektedir. İnsanın toplu halde yaşama özelliğini ise diğer canlılardan almış olabileceğini tahmin etmek zor değildir. Fakat toplu halde yaşamanın tek başına bir anlam ifade etmediği de yukarda belirttiğimiz, insanın anlam arayışının sonucu olarak ortaya çıkan insanlık mirasından anlaşılacaktır.
İnsanın, yaşam koşullarını oluştururken geliştirdiği toplumsallık, kendisini toplumsal bilinç ile var edebilmiştir. Toplumsal bilincini ise kadından bağımsız ele alamayız. Bu bilincin yarattığı maddi-manevi değerler, (zihniyet, dil, düşünce sistemi, ahlaki değerler, sanat, bilim ve ekonomi, politika, özyönetim, öz savunma) toplumsallığı anlamlı kılmıştır. Kadın merkezli toplumsallığa dayanan kültürel değerler, Verimli Hilal dediğimiz coğrafyada Neolitik Devrimi gerçekleştiren ve damgasını vuran esaslar olmuştur.
Bir taraftan insanlık, tarihin en verimli dönemini yaşarken, diğer taraftan kendisini fiziki güç ve avcılık tecrübesi üzerinden örgütleyen kurnaz erkek, kadının toplumsal doğasına musallat olur; kadın-erkek sorunsallığı baş gösterir. Bugün erkek egemenlikli zihniyetin, basit bir kadın-erkek çatışması olarak ele aldığı sorunsallığın, esasında erkek egemenlikli uygarlığın temelini oluşturduğu inkâr edilemez bir gerçekliktir.
Kadın etrafında gelişen ahlaki-politik toplum, birkaç bin yıl öncesine kadar hâkim bir kültür iken, devletleşen iktidar, toplumun tüm değerlerini gasp edip tahakkümünü kurar. İktidar, kadın şahsında toplumu köleleştirerek, toplumdan tamamen ayrışır, yani sınıfsallık oluşturur. Bu ayrışma, ezeli bir çekişme ve çatışmaya dönüşür. Bunun nedeni ise demokratik toplumun, kent-sınıf-devlet yapısıyla yaşadığı doku uyuşmazlığıdır. Çünkü ne kadın ne de demokratik toplum, kültürel değerlerinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir.
Sınıflı devletli iktidar ile Demokratik Toplum çatışmasının, Mezopotamya topraklarında başlayıp tüm dünyaya yayıldığı ifade edilebilir. Fakat bu çatışmanın dönüp dolaşıp aynı topraklarda kilitlendiğine de tüm insanlık şahitlik etmektedir.
Mezopotamya topraklarının, iktidarların sömürü ve talan alanına dönüşmesinin yegane nedeninin ilk toplumsallaşmanın, onunla birlikte toplumsal doğanın yeşerdiği ve yeraltı-yerüstü zenginliğinin olduğunu kim inkâr edebilir ki?
Kaybedilenin, kaybedilen yerde aranması kuralı, en çok kadının ve kadınla bilinç kazanan demokratik toplumun farkında olduğu bir gerçekliktir. Evet, kadın tanrıçalığını, bereketini, toplumsal doğasını, kısacası hakikatini bu topraklarda kaybetti. Kadın, tabiri caizse, iğneyle kuyu kazar gibi kendi hakikatini aramaktadır; her katmanında farklı bir hakikatin gizli olduğu topraklarda…
Hakikati kaybettirilen hiçbir toplum yoktur ki devletli uygarlıkla savaşmamış ya da savaşmıyor olsun. Tarih, Ortadoğu’dan Güney Afrika’ya, oradan da Güney Amerika’ya kadar dünyanın neredeyse tamamında halkların sömürgeci iktidarlara karşı direnişleriyle doludur. Ancak zaferden sonra karşıt politikalara hizmet eden pozisyona gelebildiklerine de tanık olunur. Ki, buna dair örnekler de vardır. Oysa tüm halkların ortak özelliği, kendi toplumsallığını yıkan iktidarlara boyun eğmemektir.
Ne var ki ezilen halklar açısından özgürlüğe duyulan özlemin tek başına yetmediğini bize yine, tarih öğretmektedir. İktidarı doğru çözümleyememek, çoğu zaman ezilen-sömürülen halklar açısından “denize düşen yılana sarılır” misali büyük yanılgılara götürmüştür. İnsanlığın bundan çıkardığı dersler, direniş kültürünü de derinleştirmiş, iktidarı tüm boyutlarıyla ahlaki-politik toplum kültürü süzgecinden geçirmiştir.
Demokratik yani ahlaki politik toplum özellikleri kalıntı bile olsa, günümüze kadar insan yaşamında kendisini var edebilmiştir. Ki, bu özelliklerin yaşatılmasında ısrar edilmesi bile iktidarlar karşısında başlı başına bir direniş örneğidir.
Konumuz itibariyle ele alırsak; Kürdistan tarihinin halk direnişleriyle dolu olduğunu göreceğiz. Bu direnişlere öncülük eden nice değerli önder tarihte onurla anılmaktadır. Kürdistan’daki direniş geleneğini Özgürlük Hareketi’yle ideolojik-örgütsel boyuta taşıyan Önder Apo, iktidarın Kürdistan üzerindeki tüm politikalarını boşa çıkarmış, denge ve ezberleri bozmuştur. Kürdistan’da kabile ve aşiret çıkarlarını aşan, halkların özgürlüğü ve haklarını esas alan bir halk hareketi oluşturmuştur.
Neredeyse her direnişi iç ihanetle hüsrana uğrayan ve yalnız kalan Kürt halkı, Önder Apo’nun muazzam çözümleme gücüyle mücadelede ihanete geçit vermemiştir. Esaret ve tecrit koşullarında bile derinleştirdiği düşünce ve felsefesiyle, mücadele tarzını sadece Kürdistan’a değil entelektüel ve enternasyonalist bakış açısıyla, tüm dünyaya taşırmıştır.
Önderlik, mücadele tarzında, toplumun ahlaki-politik yönünü açığa çıkarmayı esas almıştır. Kapitalist Modernite karşısında, Demokratik Modernite’nin esaslarını ortaya koyarak, verili düşünce ve yaşamın dışında bir yaşam olduğunu benimsetmiştir. Kadının sistemdeki mevcut yerini, mücadelenin gerekçesi yaparak, paradigmaya dönüştürmüştür
Hakikatine ulaşmanın yol ve yöntemini bilen bir halkın karşısında hiçbir iktidarın duramayacağı, tecrübeyle sabittir. Bu anlamda Önder Apo’nun şu belirlemesi yeterince açıklayıcıdır: “Görülüyor ki, özlemlerin ve umutların sınırı olmadığı gibi, gerçekleştirilmesi için bireyin kendisinden başka önünde ciddi bir engel de yoktur. Yeter ki biraz toplumsal namus, biraz da aşk ve akıl olsun!”