Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu bireysel ve toplumsal özeleştirinin kaçınılmazlığını ortaya koyuyor. Değişim olmadan, aşırı tekrar ve açmazların içinde kaybolan bir hareketin geleceği olmaz. Yenilenme, varoluşu kabul etmekle başlar ve ancak özneleşme yoluyla mümkün olur
Sinan Cudi
28 yıl önce, yine böylesi sıcak bir yaz gününde Şam’da Önder Abdullah Öcalan “Beni yanlış anlamama, çok az da olsa doğru anlama ama gereğini müthiş yapma; bu anlamda gereken işe yatkınlığı, yani dönüşümü sağlama” diyordu.
Bu çağrı, yalnızca bir slogan değildi; iddialı bir militan olarak üzerimize düşen sorumluluğun, değişimin gerekliliğinin açık ilanıydı.
O günlerde, bir devrimci olarak yaşamımı ve mücadelemi dönüştürme kararlılığıyla doluydum. Ancak bugün geriye dönüp baktığımda, o değişim çağrısının ağırlığını ve ısrarını ne kadar hakkıyla taşıdığımı sorgulamaktan kendimi alamıyorum.
Bu sorgulama, 27 Şubat 2025’te söylediği, “Gerisi aşırı tekrar ve açmaz olarak değerlendirilmiştir.” sözleriyle daha da yakıcı hale geliyor. Bu sözler, devrimin geldiği kritik eşiğin ve ontolojik bir dönüşüm ihtiyacının ifadesi oluyor.
Değişim, tarih boyunca tüm devrimlerin özünde yer aldı. Che Guevara, devrimci insanı “eskiyi yıkıp yeniyi kuran” olarak tanımlarken, dönüşümün ne denli radikal ve köklü olması gerektiğini ortaya koymuştu. Mao Zedong’un “Devrimci görev, eskiyi yıkıp yeniyi inşa etmektir” sözü, bu zorunluluğun sistematik biçimde vurgulanmasıydı.
Devrimler sadece silah ve eylemle sınırlı kalamaz; zihniyetlerin, kültürlerin ve bireylerin değişimi olmadan gerçek bir ilerleme sağlanamaz. Bu dönüşüm, bireyde başlamazsa, örgütsel düzeyde başarı sağlamak mümkün değildir.
Örneğin Rosa Luxemburg, özgürlüğü herkesin kazanması gereken evrensel bir değer olarak tanımlar ve bunun ancak sürekli mücadele ve eleştirel özeleştiriyle mümkün olduğunu belirtir. Bu bağlamda devrimci dönüşüm, varlıkla kurulan ilişkinin yeniden kurulmasıdır.
Bir devrimci, Öcalan öğrencisi ve demokratik modernite kadrosu olarak, 28 yıldır bu dönüşümü gerçekleştirmeyi hedefledim. Ancak kendi pratiğimde, zihnimde ve yaşamımda yaşadığım direniş ve tekrarlardan kaçamam. Bu yalnızca siyasi veya örgütsel bir sorun değil, ontolojik bir krizdir. Değişememek, hareketin kendi tarihini ve geleceğini de felç eder. Zihnimizde, pratiğimizde ve ilişkilerimizde yarattığımız tıkanıklıklar, hareketin dinamizmini zayıflatır. Değişememek, hareketi yalnızlaştırır, dışa kapatır, dogmatizme iter. Bu da mücadeleyi yıpratır ve başarısızlığa götürür.
Tarih bize, başarılı bir devrimin olmazsa olmaz koşullarını gösteriyor. Özneleşme, bireylerin kendilerini aktif ve özgür özne olarak konumlandırmalarıdır. Bu olmadan, devrim bir sloganlar yığınına dönüşür. Toplumsal katılım, dar kadrolar kadar geniş halk kesimlerinin sürece entegre edilmesiyle mümkündür. Değişen koşullara uyum sağlama kapasitesi, esneklik ise devrimin sürekliliğini garantiler. Eleştirel özeleştiri ise hataların, dogmaların ve tekrarlayan yanlışların sistematik olarak sorgulanmasıdır.
Bu dört koşul, demokratik modernite paradigmasıyla doğrudan ilişkilidir. Abdullah Öcalan’ın Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu, bu paradigma dönüşümünü hem bireysel hem de toplumsal boyutta ele alır.
Barış ve Demokratik Toplum Manifestosunda, gerçek özgürleşmenin ancak özneleşme yoluyla mümkün olduğu vurgulanır. Bu, ontolojik bir zorunluluktur. Öcalan’ın sözlerindeki “miadını doldurma” tespiti, yaşadığım zihinsel ve pratik tıkanıklığın ifadesidir. Değişememek, bu tıkanıklığı kabullenmek veya onu kırmak için gereken cesareti toplamamaktır. Bu hem bireysel hem de kolektif bir çabadır. Kendi yaşamımdaki alışkanlıklar, örgütsel tutumlar ve hiyerarşik yapılarla hesaplaşmadan devrim ilerleyemez.
Yani değişim çağrısı bir uyarı olduğu kadar mücadele ve yaşamımızın da aynasıdır. O 28 yıl önce Şam’da duyduğum çağrı, bugün hala önümüzde duruyor: Yenilenmeli, dönüşmeli ve kendimizle yüzleşmeliyiz. Bu yüzleşme ve dönüşüm olmadan ne demokratik modernite gerçekleşir ne de barış kalıcı olur. Tarih bunun çokça örneğini gösterdi. Devrimci olmak, her daim kendi özünü aşma mücadelesidir.
Bu nedenle, artık değişememek bahanesine sığınmak mümkün değil. Hem kendime hem mücadele ettiğim halka karşı sorumluluğum, bu dönüşümü gerçekleştirmekle yükümlü olduğumu açıkça gösteriyor. Demokratik modernitenin temel koşullarını hayata geçirmek; özgür bireyler ve demokratik topluluklar yaratmak için yenilenmek zorundayım. Özeleştiri, geçmişi elemek ve geleceği inşa etmek için bir temel oluşturmaktır. Bu bilinçle, mücadelemi ve yaşamımı, içimdeki direngenliklere ve alışkanlıklara karşı da sürdürmek durumundayım.
Sonuç olarak, Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu bireysel ve toplumsal özeleştirinin kaçınılmazlığını ortaya koyuyor. Değişim olmadan, aşırı tekrar ve açmazların içinde kaybolan bir hareketin geleceği olmaz. Yenilenme, varoluşu kabul etmekle başlar ve ancak özneleşme yoluyla mümkün olur. Bu nedenle, bu yazı, kendi yaşamımda ve mücadelemde değişimin bir zorunluluk olduğunu ilan eden bir çağrıdır.
Yenilenmeden ne kendimi ne halkımı özgürleştirebilirim. Bu bilinç, demokratik moderniteyi inşa etme yolundaki en temel sorumluluğum (uz)dur.