Unite The Union’un Uluslararası İlişkiler Direktörü Simon Dubbins, 27 Şubat çağrısının büyük bir dönüm noktası olduğunu belirterek, ‘Türkiye ve Ortadoğu’nun ileriye doğru hareket etmesi için muazzam bir fırsat yarattı. Mutlak ve tam özgürlük çağrımızı durmaksızın sürdüreceğiz’ dedi
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin (DEM Parti) Cem Karaca Kültür Merkezi’nde düzenlediği Uluslararası Barış ve Demokratik Toplum Konferansı’nın ikinci gününün ilk oturumu başladı.
Günün ilk oturumunda Moderatörlüğünü DEM Parti Dış İlişkilerden Sorumlusu Eş Genel Başkan Yardımcısı Ebru Günay’ın yaptığı “Ulus Devletten Demokratik Ulusa” başlığı ele alındı. Oturumda ilk sözü, Dr. Orhan Gazi Ertekin aldı.
‘Farklı bir dönemin içindeyiz’
Orhan Gazi Ertekin, Ortadoğu’nun yeniden inşasının iddia edildiği bir dönemden geçildiğini belirterek, şu ifadeleri kullandı:
“Farklı bir dönemin içerisindeyiz. 19’uncu yüzyıldan farklı bir durum var. Yeniden inşayı artık modernitenin krizi ile birlikte tartışmak zorundayız. Artık modern sonrası toplumların yarattığı yeni hareketlerle, yeni güçlerle birlikte tartışmak zorundayız. Artık Ortadoğu’nun Kürt istisnasıyla birlikte tartışılması gerekir. Ortadoğu’da bir Kürt istisnası var. Bunu da dillendirmek gerekir. Aynen Kürt anayasacılığı gibi! Yüzyılın sonundan itibaren üretilen bütün o kurucu güç, kurucu düzen, kurulu düzen tartışmalarına artık Kürt istisnası dahil olmuş durumda. Ortadoğu’da belki tek istisna denilebilir; ama bir istisna vardı.”
‘İkili anayasa toplumu sürekli bölüyor’
Türkiye’nin tek bir hukukla yönetilmesi gerektiğini söylediklerini fakat 16 Temmuz’dan sonra hukuksuzlukların pik yaptığını belirten Orhan Gazi Ertekin, şöyle konuştu:
“Bu defa da terörle mücadele yasası gerçek yasa haline geldi. Artık 82 Anayasası yok. Türkiye anayasallık anlamında ikili hukukla, iki farklı hukukla bir anayasa, İki Takriri Sükun Kanunu veya Terörle Mücadele Yasası’yla kendi anayasallığını, kendi anayasallık anlayışını ortaya koymuştur. Bu ikili hukuk toplumu sürekli bölen, İrlanda’daki gibi toplumu sürekli bölen bir anayasallık anlayışı oldu. İrlanda’da 1970’deki 10 No’lu Kararname’den sonra toplum ve topluluk ayrımı son derece belirginleşmişti. Dolayısıyla Türkiye anayasallığı daima kendisini, sürekli ayrımcı, sürekli hiyerarşik anlayış ile kendisini yeniden inşa edegelmiştir. Türklük ile Türk etnisitesine dahil olmak ile vatandaşlık haklarına sahip olmak üst üste geçirilmiştir. Bugünkü 66’ncı madde, anayasal hakka sahip olabilmek için Türklüğü şart koşuyor. Bakın İran’da bir Kürt hem Kürt olabilir, hem İranlı olabilir. Azerbaycan’da bir Kürt hem Kürt olabilir, hem Azerbaycanlı olabilir. Ama Türkiye’de bir Kürt hem Kürt Türkiye’de olamaz. Türk olmak zorundadır.”
Mohamed Refaat: Çıkışın temeli barış ve demokratik toplumdur
Mısırlı Damanhour Üniversitesi’nden Prof. Mohamed Refaat ardından söz aldı. Kürt Halk Önderi’nin barış ve demokratik toplum çağrısını selamlayan Mohamed Refaat, “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısı üzerine bir ders açtığını belirterek, Kürtlerin tarihsel süreçlerinden ve Osmanlı, İran ve uluslararası güçlerin tarih boyunca Kürtlere karşı yürüttükleri yok etme, inkâr ve soykırım politikalarından söz etti.
Mohamed Refaat konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Öcalan’a göre Kürt-Türk birlikteliği stratejik bir birliktelikten çok ortak bir kader, birliktelik ve sosyolojik bir durumdur. Ulus devletin kurulmasıyla Türkiye eşitlik ve birlikte yaşamak yerine Kürt kimliğini inkâr etti ve bu model eşitlikçi olmak yerine tek tipçiliği ve tek kimliği derinleştirdi. Böylece Kürt-Türk ilişkileri bozuldu; çünkü bu tekçilik inkar, imha ve parçalama üretti. Ortadoğu, Kürt katılımının eksikliği nedeniyle uzun zamandır savaşların gölgesinde ve kanlı bir coğrafyaya dönmüştür. Öcalan’a göre buradan çıkışın temeli barış ve demokratik toplumdur.”
Norman Paech: Ulusal sorun eşitlik ve demokrasiyle çözülür
Ardından söz alan Prof. Norman Paech, Kürt Halk Önderi ile 1996’da yaptığı görüşmeye değinerek konuşmasına başladı.
“Ulusal sorun, ulus devlet tarafından değil, eşitlik ve demokratikleşmeyle çözülür. Öcalan, parlak bir ifadesiyle; kapitalizm, bulutların yağmur taşıdığı gibi savaşı içinde taşır. Bu sözün söylenmesinden 100 yıl sonra bile geçerliliğini korumaktadır” diyen Norman Paech sözlerini şöyle sürdürdü:
“Saldırganlık, rekabet ve hakimiyet arayışı yüzyıllardır kapitalist devletin karakteristik özelliği olmuştur. Uluslararası hukukçuların gözünden demokrasi anlayışına bakarsak, kendi kaderini tayin hakkı; Kürt halkı gibi bir halkın varlığını ve kimliğini korumak ve güvence altına almak için temel normdur. Öcalan, 1996 yılında Türkiye’den ayrıldıktan sonra bağımsız bir Kürt devleti kurma hedefinden vazgeçti. Bu, yerini Türkiye’yi mevcut sınırları içinde demokratikleştirmek için bilinen ademi merkeziyetçilik ve federalleşme alternatifine bırakıyor. Her iki talep de yasal olarak kabul edilebilir, ancak Türkiye gibi merkeziyetçi bir devlet için siyasi olarak zorlayıcıdır. Azınlık Hakları Bildirgesi üzerinde çalışılırken Türk hükümeti, azınlıkların tanınmasına karşı açık bir tutum aldı ve azınlık mensuplarını insan haklarının korumasına havale etti. Türk Anayasası ve diğer ilgili mevzuata göre, istisnasız tüm Türk vatandaşları eşit hak ve statüye sahiptir. Dolayısıyla etnik, dini veya dilsel farklılıklar temelinde herhangi bir kişi veya gruba lehine veya aleyhine ayrımcılık yapmak imkansızdır. Kürtler gibi etnik, dilsel veya kültürel azınlıkların varlığı ve kimliği ise bireylerin korunmasının ötesine geçen kolektif haklar yoluyla korunmalıdır.
‘PKK’nin terör örgütü olması skandal’
Yeni bir sürecin başladığını belirten Norman Paech şunları kaydetti:
“Yeni demokratik gerçeklikler yaratan gerçek bir diyalog haline gelmesi için eksik olan bir şey var: Öcalan’ın İmralı Adası’ndaki hapishanede insanlık dışı tecrit altında tutulmasıdır. Ancak ve ancak bu önemli Kürt halkı figürüne Türk toplumunda hak ettiği konum ve yer verildiğinde ve Irak dağlarından gelen eski savaşçılar tehlikeye atılmadan geri dönebildiklerinde bu ülkenin demokratikleşmesi gerçekleşecektir. Gerçek bir şansınız var ve bu şans size doğru geliyor. Ben Almanya’dan geliyorum.30 yılı aşkın süredir PKK, Türkiye’de olduğu gibi tüm Avrupa devletlerinde de ‘terör örgütü’ olarak kabul ediliyor ve bu gerçek bir skandal. Bu yasaya karşı mücadele etmeli ve bu yasayı kaldırmalıyız. Bu bizim görevimiz ve sorumluluğumuzdur. Kürt davası için mücadele etmeliyiz.”
Dubbins: Dayanışma içinde olmak bir gerekliliktir
Unite The Union’un Uluslararası İlişkiler Direktörü Simon Dubbins, video mesaj göndererek konferansı selamlayarak şu mesajı iletti:
“Bizim için Kürtlerle ve Ortadoğu’daki DAEŞ’in kötülüklerini durdurmayı, bölgede barış ve sosyal adalet getirmeyi amaçlayan daha geniş siyasi hareketle dayanışma içinde olmak kendiliğinden ortaya çıkan bir gereklilikti. İşte bu yüzden Öcalan’a Özgürlük kampanyasını 2016’da kurduk. Biliyoruz ki, sizin hareketiniz de bizimkiyle aynı değerlere sahip. Barış, demokrasi, kapsayıcılık, hoşgörü, kadın hakları, işçi hakları, çevreye ve gezegene saygıyı içeriyor. Ve biliyoruz ki, hareketiniz en korkunç baskılarla karşı karşıya kalmasına rağmen bu hedeflere ulaşmak için yorulmadan çalıştı. Yıllardır Sayın Öcalan’a özgürlük çağrısını destekliyoruz. Çünkü tarihimizden biliyoruz ki barış ancak her iki tarafta baskı ve şiddetin işe yaramayacağını kabul ettiğinde, gerçek sorunlara yönelip kalıcı çözümler aradığında sağlanabilir. Son 10 yılda ya da daha uzun süredir Sayın Öcalan’ın özgürlüğü ve Türkiye ile bölgenin durumu hakkında pek çok tartışma ve görüşme yürüttük. Sendikamda, diğer sendikalarda ve konfederasyonumuzda sayısız karar tasarısı kabul ettik. Kendi dayanışma heyetlerimizi düzenledik ve katıldık. Sayın Öcalan’ı İmralı Adası’nda ziyaret etmeye yönelik tüm girişimleri destekledik. O’nun insanlık dışı tecridinin sona erdirilmesi için siyasi baskı uyguladık ve kampanyayı uluslararası alanda büyütmeye çalıştık. Aynı zamanda değişim yaratmak için mümkün olan en fazla baskıyı oluşturmaya çalıştık. Zaman zaman bu durum, uzak bir umut ya da imkansız bir hayal gibi göründüğü de oldu. Bu nedenle bu yılın başlarında aniden yeni bir girişim başlamasıyla şok olduk ve şaşırdık. Ama hepsinden öte şok olmaktan ve şaşırmaktan daha çok, bu yeni aşamanın bölgeye getirebileceği barış ve uzlaşma beklentileri konusunda heyecanlı ve umutluyduk. Bizim görüşümüze göre, Sayın Öcalan’ın bu yıl 27 Şubat’ta yaptığı açıklama, çok büyük bir dönüm noktası oldu. Türkiye ve Ortadoğu’nun ileriye doğru hareket etmesi için muazzam bir fırsat yarattı.
Öcalan’ın adımlarını selamlıyoruz
Olağanüstü özel kongre, silahların imhası ve güçlerin geri çekilmesiyle atılan tarihi adımlara daha da yakından tanık olduk. Sayın Öcalan’ın barış çağrısının ciddi ve samimi olduğundan, atılan adımların ise çok somut ve gerçek olduğundan kimsenin şüphesi olmamalıdır. Ancak bu devasa adımların, Türk devletinden gelecek net ve eşdeğer, somut önlemlerle karşılanması gerektiği de bizim için açıktır. Anladığımız kadarıyla Sayın Öcalan’ın koşulları bir miktar iyileşmiş olsa da hala istediği ve görüşmesi gereken hiçbir ziyaretçiyi kabul etme özgürlüğüne sahip değildir. Ayrıca süreci ilerletmek için gereken yeni yasaların ve anayasal değişikliklerin de henüz karara bağlanmadığı veya kabul edilmediğidir anladığımız kadarıyla! Elbette, durması gereken çok büyük miktarda baskı ve askeri faaliyetin hala devam ettiğini de anlıyoruz. Ayrıca, gelişen bir barış sürecini destekleyebilmesi için daha geniş uluslararası topluluğun rolüne karşı bir reddin devam ettiğini anlıyoruz. Bunun da değişmesi gerekiyor ve bu yüzden bununla bitireceğim. Sayın Öcalan tarafından başlatılan adımları selamlıyoruz. O zorlu ilk adımları atmak için gereken cesareti takdir ediyoruz. DEM Parti’nin ve elbette şu ana kadar kaydedilen ilerlemeye yardımcı olan diğer tüm siyasi aktörlerin muazzam çabalarını selamlıyoruz. Türkiye ve daha geniş bölge, kritik bir anda, bir yol ayrımında duruyor.
Mutlak özgürlük
Türk devletini, bu anı iki eliyle kavramaya, cesur olmaya, yürekli olmaya, gereken adımları atmaya ve uluslararası toplumun bu yolculukta size elinden geldiğince yardım etmesine ve destek olmasına izin vermeye çağırıyoruz. Size olan desteğimiz kesinlikle sağlam ve sarsılmaz kalacaktır. Siz ilerlerken yanınızda dayanışma içinde durmaya devam edeceğiz ve Sayın Öcalan için mutlak ve tam özgürlük çağrımızı durmaksızın sürdüreceğiz.”
Konferansa katılan gazeteci ve yazar Nadire Mater, konuşmasına 1990’lı yıllarda yaşananları anlatarak başladı. 1990 yılının Ocak ayında Sokak Gazetesi dergisini çıkarttıklarını belirten Nadire Mater şunları söyledi:
“Ocak 1990’da Kürt ve Türk aydınlarının ortak imzasıyla ‘Doğu’da Savaşa Son’ diye bir kapak yapmıştık. O gün için çok biz gazeteciler için çok geç ama siyasiler için erken bir çağrıydı. Bu çağrıyla aslında kimi çevrelerden ‘Savaş mı var?’ diye tepkiler alırken, kimi çevrelerden de ‘Size mi düştü savaşı durdurmak? Siz mi savaşı başlattınız da konulara giriyorsunuz?’ Hadsizliklerle ciddi olarak azarlanmıştık.”
“Eruh baskınları” olarak bilinen dönemin ardından yaşananları yazdıklarını ve bunun üzerine yaşadıklarını da paylaşan Nadire Mater, şöyle devam etti:
“1990 Ocak ayında Eruh baskınlarının üzerinden 6 buçuk yıl geçmişti. 6 buçuk yılın ardından aslında barış istemek için hiç de erken bir zaman değildi. Abdullah Öcalan’ın 1990’larda yaptığı açıklamalar, televizyonlarda yayınlanan ve Sokak Dergisi’nde de kendisiyle iki sayı bir söyleşi yayınlamıştık ve dergide yazdığımız talepler, o taleplerle hayli örtüşüyordu.”
Konferansın ikinci gününde ilk oturumu sona erdi.
İSTANBUL









