İsmail Suphi Soysallıoğlu (1884-1967), Türk siyasetçi, gazeteci ve hukukçudur.
TBMM 1. Dönem (1920-1923) Burdur milletvekili olarak görev yaptı. Ati Gazetesi sahibi, Söz Gazetesi imtiyaz sahibidir.
Fakat bizi bu yazıda ilgilendiren çok daha önemli bir özelliği var. Kendisi, sakin bir kütüphanede değil de savaşın ve siyasi çalkantıların ortasında, olağanüstü koşullarda şekillenmiş bir ortamda doğan 1921 Anayasasının Komisyon sözcüsüdür.
Hatta 1920’de anayasanın taslağını Meclis’e sunarken uzun ve tarihi bir konuşma yapıyor.
Bilindiği üzere 1921 metni merkezi yönetim ve yerel yönetim arasında bir denge arayışında idi.
İsmail Suphi, mecliste yaptığı konuşmalarda yerel yönetimlerin özerkliğini vurguladığı, merkezi denetim altında bir yerinden yönetim modelinin altını çizdiği görülmektedir. Milliyetçi bir entelektüel olarak Ankara’nın perspektifini savunmakla mükelleftir. Soysallıoğlu’nun, anayasanın âdem-i merkeziyetçi hükümlerini, ayrılıkçı bir taviz olarak değil, “halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi” ilkesinin en doğru ve en ileri uygulaması olarak savunması, kendisi açısından aynı zamanda bir iştir.
Meclis konuşmasından bazı kısımları özellikle tekrar hatırlamak için uygun bir zaman diye düşünüyorum.
- İsmail Suphi ilk iş olarak idari yapının ne olmadığı üzerine söz kuruyor ve “Halk kendisi seçme usulünü, faydasını, zararını bilfiil tecrübe eder ve pratik tecrübeler her dersin üstünde bir kıymete sahiptir” diyor. Yerel yönetimler, halkın doğrudan katılımıyla güçlendirilirken, ulusal bütünlüğü korumak için merkezin üstünlüğü korunur görüşüne demir atıyor. Yine Soysallıoğlu, “vilayetlerin kendi başına bir devlet olmadığı” vurgusuyla, üniter devlet yapısını korumanın önemini belirtiyor. Ancak mahalli işlerde yerel meclislerin özerkliği öneriyor.
- İkinci bir husus Soysallıoğlu’nın yerelleşmeye dair vurgularının önemidir. “Şunu itiraf edeyim ki, her ilkel memlekette olduğu gibi mütegallibe (derebeyi) sınıfı bulunduğu içinbazı daha uzak vilayetlerde mütegallibe- nasıl mahkeme üyeliklerine girerek nüfuzlarını yürütüyorlarsa- yine nüfuz elde edeceklerdir. Fakat halkı yetiştirmek için ameli mektep terbiyesinden başka bir şey yoktur. Buna iman etmek lazım gelir” diyen Soysallıoğlu, yerel yönetim vurgusunu gerekçelendirirken, “ilkel memleket” ifadesiyle Osmanlı mirası olan yerel derebeyler sınıfını eleştirir. Diyarbakır veya Van’da nahiyelerin kendi kendini yönetmesi, Adapazarı’nın savaş sırasında bağımsız idaresi, Balıkesir’in yerel yönetim uygulamasını örnekler vererek över. Bu örnekler üzerinden halkın kendi kendini yönetme kapasitesine dair somut kanıtlar sunar. Bu örnekler, bir yandan da Anadolu’da yerel özyönetim geleneğinin zaten var olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
İlginç bir şekilde yerel yönetimleri bir “demokrasi okulu” olarak tarif eder. - Üçüncü bir husus, yerel özerkliğin sınırlarına dair belirttikleridir. Şöyle diyor “Yalnız merkezin, Valinin bir vazifesi vardır ki o da bölge meclisinin devletin genel görevlerinden olan işlere karıştığını görürse, mesela, Antalya Vilayetinin genel meclisi kalkar da İtalya Devleti ile bir gümrük anlaşması yapmaya teşebbüs ederse, o zaman devletin esas görevlerinden olan bir mesele olduğu için Vali bunu yasaklar. Nahiye meselesinin de Komisyonca esası konulmuştur. Biliyorsunuz ki, nahiye meselesi bugünün meselesi değildir. İstanbul Meclisi Mebusanı senelerce bununla uğraşmış ve bugün elinize verilen nahiye maddesi esasen İstanbul’un Meclisi Mebusan Komisyonlarında görüşülerek, karara bağlanmıştır. Bunlar Komisyonumuzda görüşülmüş ve kabul edilmiştir. Nahiye meclisleri bundan sonra halk tarafından seçilecektir. Nahiye müdürleri tabii ki 10-20 sene yerinde kalacak değildir. Nahiye müdürlerini seçenler, elbette azil de edebilirler. Binaenaleyh efendiler, bazılarının endişe göstermesine gerek yoktur.”
Burada özerkliğin idari vesayet ile dengelendiğini görüyoruz. Yani vali, merkezin temsilcisi olarak yerel meclisleri denetler.
***
Özetle Soysallıoğlu’nun konuşmaları, 1921 Anayasası’nın getirdiği idari yapının yerel katılımı artırmayı hedefleyen bir merkeziyetçi düzen olduğunu ortaya koyuyor denilebilir. Mecliste de tartışmalar yoğundur.
Örneğin Adana Mebusu Zekai Bey, yerel meclislerin kendi alanlarında nizamlar ve talimatlar çıkarma yetkisine sahip olmasının onlara “tam bir muhtariyet” kazandıracağını ve bunun olumlu bir gelişme olduğunu savunan konuşmalar yaparken; buna karşılık Bolu Mebusu Tunalı Hilmi Bey ise klasik korkuyu dile getirerek, muhtariyetin sonunun bağımsızlık olacağını savunuyordu.
Bugüne gelince, 1920’lerdeki tartışmaya bakıp birden çok şey ifade etmek mümkün.
Bir kere 21.yy’ın başında realite ve ihtiyaç skalasını gören bir yerde değil devlet, oysa yüzyıl önce bu dinamik daha net ve sahici tartışılmış.
İkincisi, o günlerde yapılan yerel ve merkezi yönetimlerin yetkileri üzerine yapılan tartışma hala günceldir. Bu güncelliğin doğru okunmaması trajiktir. Bu durum Türk modernitesinin başlıca krizlerinden biridir. Çünkü çözebilmiş değil. Buradan bakınca İsmail Suphi Soysallıoğlu ve dönemin mebusları, sadece geçici bir savaş anayasası kaleme almıyor, devletin doğasına ilişkin temel bir sosyolojiyi de tartışmış oluyor. Bu son derece önemlidir.
Soysallıoğlu’nun konuşmaları, bu süreçte yeniden okunabilir ve bazı açılardan uygulanabilir. Çünkü bugün yerel yönetimlerde yaşanan krizlerin kendisine dair vurguları o metinlerde de görmek mümkün. Kürtlerin devletin dili, dini, bayrağı veya üniter yapısı ile sorunumuz yok, sorunumuz şunla ve şunla diye net bir çerçeve çizdiği yerde, ısrarla bunu anlamaktan kaçmak bugünkü sorunların başında geliyor.
Sormak lazım: Yerel demokrasi güçlenirken ulusal bütünlüğü koruyacak, dengeleyecek yol ve yöntemler oturtmaktan daha kolay ne olabilir?
Türkiye’deki sorun, tarihsel istisnadan güncel fırsata varabilecek bir uzlaşıdan kaçma hali gibi geliyor bana. Bu aşılmalıdır.
Dün mukadderat görülen yerel ve özerkliği, bugünün paradoksu olmamalı.









