Yüzyıllarca kavga eden ırklar şimdi bir arada, barış içinde yaşıyor. İnsanın aklına da şu soru takılıyor: ‘Mademki sonunda bir arada yaşanacak, insanlar neden önce diyalog yolunu seçmiyor?’
Ramazan Öztürk*
Son bir yıldır Türkiye’nin gündemine yerleşen ve toplumun bir kesimi tarafından eleştirilen, hatta kabul edilmeyen barış süreciyle ilgili tartışmalar giderek sertleşiyor. Oysa benzer barış süreçleri dünyanın başka ülkelerinde de yaşandı. Bu ülkelerin çoğuna giden, geçmişte yaşadıkları kırılma noktalarını araştırıp hazırladığı haber belgeselleri televizyonlarda yayımlanan bir gazeteci olarak, Türkiye’de ikinci kez başlatılan barış sürecine katkı sağlama umuduyla yalnızca üç ülkeden örnek vermek istedim.
Dünyanın farklı köşelerinde halkların yaşadığı acı olaylara tanıklık ederken, araştırmalarım bana önemli bir gerçeği öğretti: Eğer gerçek bir barış sağlanacaksa, taraflar “ama”sız, “fakat”sız o masaya oturur; taviz vermeyi göze alır ve gerçekten barışmak ister.
İşte birkaç örnek:
Mozambik
Mozambik, sömürgeci Portekiz’i topraklarından kovup 22 Haziran 1975’te bağımsızlığını ilan ettikten kısa bir süre sonra, 16 yıl süren kanlı bir iç savaşın içine düştü. Bir milyondan fazla insan hayatını kaybetti. Sonunda, birlikte yaşamaktan başka çareleri olmadığını fark eden taraflar barış masasına oturdu.
Akil İnsanlar
Mozambik’i iç savaşa götüren nedenler, diğer Afrika ülkelerinde yaşananlara benzese de bitişi onlardan farklıydı.
Çatışan taraflar sonunda kazananın olmadığını, savaşarak aslında kaybettiklerini, ülkenin kaybettiğini gördü.
Mozambikli siyasetçiler ve sivil toplum kuruluşları “Çatışmaları nasıl durdurabiliriz?” diye düşünürken, diyalog fikri ağır bastı.
Önce halk üzerinde etkili kişilerle toplantılar yapıldı. İç savaşın sona ermesi için herkesin silah bırakması gerektiği ve başka bir yolun bulunmadığı anlatıldı.
Önce kanaat önderleri ikna edildi, onlar da halkı ikna etti. Böylece kısa sürede hedeflenen sonuca ulaşıldı.
Anglikan Kilisesi’nin büyük çabalarıyla Roma’da başlayan görüşmeler tam iki yıl sürdü ama sonunda barış kazandı.
Barış sürecinin mimarı, Mozambik Anglikan Kilisesi Başkanı Başpiskopos Dinis Sengulane oldu.
Roma’da politikacılar arasındaki görüşmeler devam ederken, Başpiskopos ve beraberindeki akil insanlar ülkenin farklı eyaletlerine gitmeye karar verdi. İnsanlara “En çok neden korkuyorsunuz?” sorusu yöneltildi. Cevap “Silahlar” oldu. Çünkü savaş sırasında taraflar halka çok sayıda silah dağıtmıştı.
Barış projesi
- İnsanlara silahlarını getirmeleri için çağrı yapıldı.
- Toplanan silahlar küçük parçalara ayrılarak bir daha kullanılmayacak hâle getirildi.
- Silah getirenlere karşılığında kürek, bisiklet, dikiş makinesi ve inşaat malzemesi gibi üretimde kullanacakları araçlar verildi. Çünkü bu kişilerin çoğunun elindeki tek araç silahtı ve o da öldürmek içindi. Artık üretim yapacaklardı.
- Toplanan silahlar sanat eserlerine dönüştürüldü.
Bunlardan biri, “Hayat Ağacı” adıyla British Museum’da sergileniyor.
Sanatçılara, geçmişte savaşı yücelttikleri ancak artık barışı yüceltmeleri gerektiği anlatıldı. Çağrılara hem eski askerler hem de sıradan insanlar olumlu yanıt verdi.
Oysa hükümetin silahsızlanma programı başarısız olmuştu, çünkü insanlar kendilerini güvende hissetmedikleri için silahlarını teslim etmiyordu. Ancak akil insanlar heyeti, silah getirenlere kimlik sorulmayacağı, hatta isterlerse yüzlerini kapatarak gelebilecekleri güvencesini verdi. Buradaki barış sürecinin asıl amacı, insanların zihinlerini silahsızlandırmak ve barış kültürünü yerleştirmekti.
Halka şöyle denildi: “Silah her zaman kötülüğü çağırır. Eğer bir silahınız varsa, onu düşmanınıza karşı kullanırsınız. Eğer düşmanınız yoksa, bir tane yaratmak zorunda kalırsınız. Bu düşman bazen eşiniz, kızınız ya da oğlunuz olabilir. Düşman bunlar olmazsa, bu kez kendiniz olursunuz. Sonuçta kendinizi öldürebilirsiniz. Dolayısıyla amacımız, öncelikle zihinlerin silahsızlandırılmasıdır.”
Bugün Mozambik’te iç savaşın sebepleri, dış etkenleri, kaybettirdikleri ve birlikte yaşamanın savaşmaktan nasıl daha kolay olduğu hâlâ konuşuluyor.
Güney Afrika
Güney Afrika, Ruanda, Kamboçya ve Sierra Leone gibi ülkelerde de benzer projelerle çözüme gidildi. Bu ülkelerin akil insanları, Mozambik örneğinde olduğu gibi süreçleri belgeler, görüntüler ve röportajlarla detaylandırarak anlattılar.
Güney Afrika, bir yanıyla dünyanın en değerli madenleri olan altın ve elmasın bol miktarda bulunduğu, bu yüzden çatışmaların hiç eksik olmadığı bir zenginlikler ülkesi; diğer yanıyla ırk ayrımcılığının en katı biçimde uygulandığı, yüzyıllarca demokrasinin uğramadığı Afrika’nın karanlık yüzüydü.
‘Beyaz efendi-siyah köle’
“Beyaz adam Güney Afrika’nın efendisi, siyahlar ise onların hizmetkârıdır” anlayışıyla hareket eden ırkçı rejim, 1994 yılına kadar bu düşünceyi uyguladı. Beyazların kimliklerinde sadece isim ve soyad yazılırken, siyahların kimliklerinde mensup oldukları din ve kabile de belirtiliyordu.
Siyahlar şehir merkezlerinde ancak çalışmak için ve belli zaman dilimlerinde bulunabiliyordu. Öyle ki, bir beyazın akşam saat altıdan sonra şehirde kalan bir siyahı öldürmesi meşru sayılıyordu.
Rejim; otobüs durakları, sinemalar, tiyatrolar, genel tuvaletler, telefon kulübeleri, alt ve üst geçitler, çocuk bahçeleri, hatta sokaklardaki banklar ve kiliseleri bile siyah ve beyazlara göre ayırdı.
Irkçı rejim, Afrika Ulusal Kongresi’ni (ANC) yasakladı ve liderlerini tutukladı. Nelson Mandela ve yakın arkadaşları ömür boyu hapse mahkûm edilerek Robben Adası’na gönderildi.
Sömürge döneminde akıl hastalarının ve devlet düşmanı sayılanların gönderildiği, Cape Town yakınındaki Robben Adası, 1960’tan sonra yine devlet düşmanlarının kapatıldığı dünyanın en güvenlikli hapishanelerinden biri hâline geldi. Ancak ülkedeki karışıklık devam etti.
Robben Adası’nda da ırkçılık
Orta sınıf beyaz ailelerden gelen gardiyanların çoğunun eğitim düzeyinin siyah mahkûmlardan düşük olması, ırklar arasındaki gerilimi daha da artırıyordu. Beyaz bir gardiyan; doktor, öğretmen ya da yazar olan siyah mahkûmlarla karşılaştığında uyguladığı baskının şeklini de buna göre değiştiriyordu.
Ancak Mandela’nın gardiyanıyla kurduğu iletişim farklıydı; zamanla bir baba-oğul ilişkisine dönüştü. Beyaz gardiyan, “Babam gibi davrandı” dediği Mandela’nın telkinleriyle yarıda bıraktığı eğitimini tamamladı.
1980’lerin sonuna gelindiğinde, dönemin Devlet Başkanı De Klerk’in çabasıyla siyasi mahkûmların serbest bırakılması, asırlar sonra Güney Afrika’da başlayacak değişimin kırılma noktasını oluşturdu.
Mandela özgür bırakıldı
En önemlisi, 27 yılını hücrede geçiren Nelson Mandela, 1990 yılının şubat ayında özgürlüğüne kavuştu.
İlk demokratik seçimlerde devlet başkanı seçildi. Mandela ile Nobel Barış Ödülü’nü paylaşan De Klerk, bu kez başkan yardımcısı olarak görev aldı. 500 yıl sonra ırklar arası barışın sağlanmasında bu adım tarihi bir dönüm noktasıydı.
Seçimleri büyük farkla kazanan Mandela, kurduğu hükümette siyah-beyaz ayrımını kaldırdı.
‘Gökkuşağında siyah renk?’
Herkesi kucaklayacaklarını söyleyen Mandela, halka yaptığı konuşmada “Onlar bizi Robben Adası’na gönderdi, biz onlarla birlikte çalışmak için elimizi uzattık.” dedi.
Barışın mimarlarından Başpiskopos Desmond Tutu’nun “Gökkuşağı bir ulusa dönüştük.” sözlerine ise Mandela, “Gökkuşağında siyah renk yoktur.” diyerek esprili bir yanıt verdi.
Uzlaşı ve yüzleşme
Irkçı rejime karşı mücadelesiyle tanınan Başpiskopos Desmond Tutu liderliğinde, halkın geçmişiyle yüzleşmesini sağlamak amacıyla bir Uzlaşı Komisyonu kuruldu.
İşkenceye maruz kalanlar, yakınları öldürülenler ve işkenceciler, herkesin katıldığı toplantılarda yaşadıklarını anlattı. Amaç, hiçbir şeyin gizli kalmadığı bir toplumsal uzlaşma ortamı yaratmaktı.
Johannesburg Üniversitesi Siyaset Bilimi Profesörü Albert Venter, komisyonu şöyle değerlendirdi:
“Çok kanıt toplandı, çok gözyaşı döküldü. Ancak toplanan kanıtlar mahkemede delil olarak kullanılamazdı. İnsanlar hikâyeler anlatıyordu. Bazen ikinci ya da üçüncü kişiden aktarılan olaylardı. Ama uzlaşmak ve affetmek için bu hikâyelerin ortaya çıkması şarttı. Elbette herkes memnun olmadı, ama Güney Afrikalıların çoğu ortaya çıkanlar karşısında şok geçirdi; çünkü birçok şey o güne kadar beyazlar tarafından bilinmiyordu.”
Yüzyıllarca kavga eden ırklar şimdi bir arada, barış içinde yaşıyor.
İnsanın aklına da şu soru takılıyor:
“Mademki sonunda bir arada yaşanacak, insanlar neden önce diyalog yolunu seçmiyor?”
Ruanda
“Kara Afrika’nın Bin Tepeli Ülkesi” olarak bilinen Ruanda’nın toprakları küçük olsa da, 1994 yılında yaşadığı trajedi sınırlarını aşacak kadar büyüktü. Yüzyıllardır birlikte yaşayan, aynı dili konuşan, aynı tanrıya inanan, derilerinin rengi bile aynı olan bu halk, sömürgecilerin yıllarca sürdüğü sınıf ayrımı politikaları sonucu birbirine düşman edildi.
Üç ay gibi kısa bir sürede iki milyona yakın insan, akıl almaz yöntemlerle, tüm dünyanın gözleri önünde katledildi. Düşündürücü olan, böylesine büyük bir trajedi yaşanırken Birleşmiş Milletler’in olaylara seyirci kalmayı tercih etmesiydi.
Soykırım mimarlarına ceza
Paul Kagame liderliğindeki Ruanda Yurtsever Cephesi’nin karşı saldırısı sonucu, soykırımın mimarı Jean Kambanda hükümeti yenilgiye uğratıldı.
Başbakan Jean Kambanda ve Ordu Komutanı Agustin Bizimungu, Tanzanya’da kurulan Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılandı.
Mahkeme, 1998’de Kambanda’yı 100 gün süren iktidarı döneminde 2 milyon Tutsi ve ılımlı Hutu’nun ölüm emrini vermekten suçlu bularak ömür boyu hapse mahkûm etti.
2002’de Angola’da yakalanan Bizimungu da aynı cezaya çarptırıldı.
Gacaca Mahkemeleri
Soykırıma katılan ve ülke dışına kaçamayan 100 binden fazla Hutu cezaevlerinde bulunuyordu. Ancak devlet bu kadar çok mahkûmu besleyecek gücünü yitirdiği için kademeli olarak tahliyelere başladı.
Serbest bırakılan mahkûmlar, ülkenin farklı bölgelerindeki kamplarda bir aylık psikolojik eğitimden geçirildikten sonra, Gacaca (çayır anlamına gelir) denilen halk mahkemelerinin önüne çıkarılıyordu.
Açık havada yapılan bu mahkemeler, suçlularla mağdurların halk önünde yüzleşmesini sağlıyordu. Hâkimi, savcısı ve avukatı olmayan Gacaca mahkemeleri, halk arasından seçilen yedi kişilik jüriden oluşuyordu.
Daktilo, bilgisayar ve zabıt kâtibi yoktu; jüri üyeleri tüm ifadeleri defterlerine el yazısıyla kaydediyordu.
Pembe elbiseli mahkûmlar kelepçesiz şekilde ifade veriyor, sadece iki silahlı asker güvenliği sağlıyordu.
Mağdur ve halk jürisi sanığı affederse, mahkûm kalan cezasını mağdurun veya kamunun hizmetinde çalışarak tamamlıyordu.
Bugün Ruanda’da ne Tutsiler ne de Hutular, böylesine bir soykırımın neden yapıldığını tam olarak anlamış değil.
Ancak Ruandalılar geçmişi unutmadan, ama geçmişe takılıp kalmadan yaşamaya devam ediyor.
* Gazeteci-Yazar