Kolombiya’daki barış deneyimi, ekolojik yıkımın yalnızca çatışma dönemine özgü olmadığını, barış süreçlerinin de doğa üzerinde yeni türden tahakküm biçimlerini beraberinde getirebildiğini çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Özellikle sermaye odaklı kalkınma projeleri, devletin farklı türdeki güvenlikçi politika arayışıyla birleştiğinde, ormanlardan nehirlere kadar tüm ekosistemler birer yatırım ve yıkım alanına dönüştürülüyor
Agit Özdemir
Kolombiya ve Kürdistan… İki farklı coğrafya, iki farklı çatışma tarihi. Ancak savaşta doğa üzerindeki politikalar söz konusu olduğunda bu iki yer birbirine çarpıcı biçimde benziyor. Her iki bölgede de on yıllar süren silahlı çatışmalar, sadece toplumsal yapıyı değil, ekosistemleri, ormanları, su varlıklarını ve yerel halkların yaşam alanlarını doğrudan etkiledi. Kolombiya’da 2016’da imzalanan barış anlaşması, savaşın sonunu getirdi ama doğa üzerinde yeni bir sömürgeci kuşatma başlattı. Devletin Kürdistan’da son yıllarda açtığı binlerce maden sahası, sermayenin denetimsiz ve kuralsız yayılımı, uluslararası şirketlerin artan faaliyetleri, Kalkınma Yolu Projesi ve baraj inşaatları; devletin ve sermayenin bölgedeki ajandasını açıkça gözler önüne sermektedir. Bu koşullar altında, eğer devam eden barış süreci ekolojik boyutu dışarda bırakırsa, Kolombiya’da yaşanan benzer bir yıkımın Kürdistan’da da tekrar etmesi kaçınılmaz hale gelebilir.
Kolombiya’da yarım yüzyılı aşkın süren iç savaş boyunca doğa yalnızca bir savaş alanı değil, aynı zamanda doğrudan hedef alınan bir varlık hâline geldi. Bu süreçte en kapsamlı ve sistematik ekolojik tahribatın faili devletti. Ormanlar, nehirler, dağlar, hatta tarım arazileri bile devletin militarist ve jeopolitik stratejilerinin bir parçası olarak yeniden şekillendirildi. ABD destekli “Plan Colombia” çerçevesinde uygulamaya konulan ekolojik yıkım politikalarının en çarpıcı örneği, milyonlarca litre glifosat adlı kimyasal tarım zehrinin havadan ormanlara, su havzalarına ve kırsal yerleşim alanlarına püskürtülmesiydi. Resmî gerekçe koka üretimini engellemekti, ancak zehirli püskürtmenin asıl amacı, yerli halkların geçimlik üretim yaptığı tarım arazilerini, endemik bitki türlerini ve içme suyu varlıklarını yok etmekti. Yalnızca 2000–2015 yılları arasında bu uygulamadan yaklaşık 1.8 milyon hektar doğal alan doğrudan etkilendi. Bu uygulama, uyuşturucuyla mücadele adı altında yürütülen bir biyopolitik imha ve mekânsal denetim stratejisiydi. Aynı dönemde, ormanların bombalanması, nehir yataklarının barajlarla kesilmesi ve yerli toplulukların zorla yerinden edilmesi gibi pek çok devlet destekli uygulama doğa üzerinde telafisi güç bir yıkıma yol açtı. Amazon havzasındaki nehirler kirlendi, biyoçeşitlilikte büyük düşüşler yaşandı. Ekosistemlerin ekolojik eşikleri altüst olurken, bazı bölgelerde tamamen çölleşme eğilimi başladı. Köylüler içme suyu bulamaz hâle gelirken, su varlıklarının üzerine kurulan HES’ler, bölgede hem enerji hem güvenlik politikalarının aracı olarak kullanıldı.
Bu yıkımın yanında, çatışmanın varlığı bazı bölgelerde doğanın tahrip edilmesini fiilen engelleyen bir durum yaratmıştı. FARC gerillalarının üslenme ve hareket alanı olarak kullandığı yoğun ormanlık bölgeler, dış müdahaleye kapalı hale gelmişti. Bu nedenle devletin ya da özel şirketlerin bu alanlara doğrudan girmesi mümkün olamıyor, orman kesimi gibi faaliyetler ciddi biçimde sınırlandırılıyordu. Gerillaların kontrol ettiği bölgelerde dışarıdan gelen ağaç kesimlerine sıkı kısıtlamalar getirildiği, yerel yönetimler ve halk tarafından da dile getiriliyordu. Örneğin Meta eyaletine bağlı Uribe kasabasının belediye başkanı, “FARC yılda iki hektardan fazla ağaç kesimine izin vermezdi” derken, gerillaların çekilmesinden yalnızca bir hafta sonra bölgede 100 hektardan fazla ormanın yok edildiğini ifade ediyordu. Gerillanın bölgeden ayrılmasıyla birlikte, doğaya yönelik sermaye saldırılarının da önü açılmış oldu. Her ne kadar ordu ve paramiliter güçler gerillaları açık alanda tespit edebilmek için sık sık orman yangınları çıkararak doğaya zarar vermiş olsa da, çatışma dönemi geniş ölçekli endüstriyel kapitalist yatırımların önüne set çektiği için bazı bölgeler görece korunmuş kalabildi.
Ancak burada söz konusu olan “koruma”, doğaya yönelik bilinçli bir duyarlılıktan değil, savaşın stratejik gerekliliklerinden kaynaklanıyordu. Devletin gözünde doğa, korunması gereken bir yaşam varlığı değil, kontrol altına alınması ve gerektiğinde imha edilmesi gereken bir jeopolitik unsurdu. Bu nedenle savaş, yalnızca çatışmanın tarafları arasında değil, doğanın tüm varlıkları üzerinde de yürütülen çok katmanlı bir saldırı biçimiydi.
Doğa için karmaşık bir tablo
Barış anlaşmasından sonra bu gibi alanlarda ormanlar hızla enerji yatırımları, maden, endüstriyel tarım ve hayvancılığa açıldı. Kolombiya’da 2016’daki barış anlaşmasıyla silahlar sustu, fakat doğa için oldukça karmaşık bir tablo ortaya çıktı. Elbette uzun vadede barış, insanların yaşam hakkı ve güvenliği için olmazsa olmazdı, ancak barışın kendiliğinden doğayı kurtarmadığı, hatta kısa vadede yeni tahribatlara kapı aralayabildiği görüldü. Ancak barışın kendiliğinden ekolojik koruma getirmediği, hatta kısa vadede doğayı daha kırılgan hâle getirdiği acı bir şekilde tecrübe edildi. FARC’ın bıraktığı otorite boşluğunu doldurmak üzere eski gerilla bölgelerine anında yeni aktörler dolmaya başladı. Yıllardır girilemeyen alanlara yeni yerleşimciler, toprak spekülatörleri, büyük çiftlik sahipleri ve yerli-yabancı şirketler akın etti. Bu aktörler, devletin bilgisi ve zaman zaman doğrudan teşvikiyle, yıllardır girilemeyen Amazon ormanlarını ve diğer doğal alanları hızla dönüştürmeye başladı. Ormansızlaşma adeta patlama yaptı. Resmî verilere göre, 2016 yılında Kolombiya’daki ormansızlaşma bir önceki yıla kıyasla %44 artarak yaklaşık 178.000 hektara ulaştı. Barış sonrası yıllarda ise her yıl ortalama 200.000 hektar ormanlık alan yok edildi. Bu süreçte “silahların ve bombaların sustuğu yerde testere ve iş makinelerinin sesi yükseldi” diyen yöre sakinlerinin sözleri, durumu çarpıcı biçimde özetliyordu. Devlet, bu alanları yatırımcılar için cazip hale getirirken özellikle yol, baraj, enerji nakil hatları gibi altyapı projeleri için daha önce “güvenlik” nedeniyle erişilemeyen bölgeler hızla açıldı. Tarım, hayvancılık ve madencilik faaliyetleri için büyük araziler tahsis edildi. Yerel halkın onayı alınmadan yürütülen bu girişimler hem ekolojik yıkımı derinleştirdi hem de toplumsal çatışmaları tırmandırdı. Barış sonrasında yalnızca yasal yatırımlar değil, yasadışı faaliyetler de yaygınlaştı. Devlet, bu bölgelerde gerçek anlamda bir kamu otoritesi tesis etmeye çalışmak yerine, alanların paramiliter güçlerin ve sermaye bağlantılı suç örgütlerinin denetimine geçmesini teşvik etti. Bu yapılar, ormanları yağmalayarak, kaçak madencilik ve ağaç kesimiyle doğa talanını derinleştirdi. Paramiliter güçlerin eliyle kaçak altın madenciliğini, ağaç kaçakçılığını ve uyuşturucu üretimini hızlandırarak doğaya başka açılardan zarar verdiler.
Tüm bunların arasında en endişe verici gelişmelerden biri, yaşam savunucularına yönelik şiddetin tırmanmasıydı. Savaş döneminde cephe hatları belli olduğundan bazı yerli topluluk liderleri veya ekolojistler çatışmanın dışında kısmen kalabiliyordu. Oysa barıştan sonra topraklarını ve ormanlarını korumaya çalışan köylüler, yerli halk liderleri ve ekolojistler adeta açık hedef haline geldi. Kolombiya, günümüzde çevre savunucuları için dünyanın en tehlikeli ülkelerinden biri. 2016’dan bu yana 400’ün üzerinde ekolojist ve insan hakları savunucusu öldürüldü – ki bu sayı Latin Amerika’da en yüksek rakam. Sadece 2022 yılında çevreyi korumaya çalışırken öldürülenlerin sayısı 60’ı buldu. Öldürülenlerin çoğu, ormansızlaşmaya, maden projelerine ya da büyük tarımsal şirketlere direnen yerel liderlerdi. Örneğin eski bir FARC gerillası olup Amazon ormanında ağaçlandırma faaliyetleri yürüten ekolojist Jorgelio “Jorgillo” Santofimio, barışı imzalayan tarafta yer almasına rağmen 2022’de suikastla öldürüldü. Santofimio, ölümünden aylar önce “Burada seni barış anlaşmasını imzaladığın için değil, barış inşa etmek istediğin için öldürürler” diyerek yeni dönemin risklerini özetlemişti. Nitekim Santofimio’nun öldürülmesi sonrasında onun öncülük ettiği fidanlık projesi durma noktasına geldi; çalışanlar can güvenliği endişesiyle ormanı terk etti ve bölgede ağaç kesimleri daha da hızlandı.
Barış ve ekolojik tahribat
Kolombiya deneyimi gösteriyor ki barış anlaşması, eğer gerekli önlemler alınmazsa, ekolojik tahribatı sadece biçim değiştirerek sürdürebiliyor. 2016’daki anlaşma aslında kapsamlı kırsal reform, toprak dağıtımı ve çevresel koruma gibi maddeler içeriyordu. Ne var ki uygulamanın yavaşlığı ve sermaye çevrelerinin bitmek bilmeyen kâr hırsı, doğa üzerinde yeni bir tahakküm kurulmasına yol açtı. Hükümet, ormansızlaşmayı durdurmak için 2019’da “Operasyon Artemis” adıyla askerî birlikleri Amazon ormanlarına gönderdi ancak ordu operasyonları büyük toprak sahiplerini değil, çoğunlukla geçim derdindeki yoksul köylüleri hedef aldı. Bu da yer yer halk ile güvenlik güçlerini karşı karşıya getirdi; Caquetá bölgesinde köylüler, askerlerin evlerini yaktığını söyleyerek orduyu protesto etti. Kısacası Kolombiya’da barış tek başına doğayı kurtarmaya yetmedi. Savaşın izleri (mayınlı araziler, toprakta birikmiş petrol, yok olan yabani hayat) henüz sarılamadan, barışın riskleri (orman talanı, maden patlaması, ekolojistlere yönelik şiddet) ortaya çıktı.
Kolombiya’daki barış deneyimi, ekolojik yıkımın yalnızca çatışma dönemine özgü olmadığını, barış süreçlerinin de doğa üzerinde yeni türden tahakküm biçimlerini beraberinde getirebildiğini çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Özellikle sermaye odaklı kalkınma projeleri, devletin farklı türdeki güvenlikçi politika arayışıyla birleştiğinde, ormanlardan nehirlere kadar tüm ekosistemler birer yatırım ve yıkım alanına dönüştürülüyor. Peki, benzer bir süreç Kürdistan’da da yaşanabilir mi? Türkiye’de süregiden barış arayışı içinde, devletin güvenlikçi politikalarının ve neoliberal kalkınma stratejilerinin doğa üzerindeki etkileri nasıl şekilleniyor? Yazı dizimizin ikinci bölümünde, Kürdistan’da savaşın ekolojik izlerini, devletin doğa üzerindeki politikalarını ve barış sürecinin sermaye ve güvenlik eksenli müdahalelerle nasıl iç içe geçtiğini ekoloji politik perspektifiyle değerlendireceğiz.
Devam edecek