• İletişim
  • Yazarlar
  • Gizlilik Politikası
16 Haziran 2025 Pazartesi
Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
ABONE OL!
GİRİŞ YAP
Yeni Yaşam Gazetesi
JIN
  • Anasayfa
  • Gündem
    • Güncel
    • Yaşam
    • Söyleşi
    • Forum
    • Politika
  • Günün Manşeti
    • Karikatür
  • Kadın
  • Dünya
    • Ortadoğu
  • Kültür
  • Ekoloji
  • Emek
  • Yazarlar
  • Panorama
    • Panorama 2024
    • Panorama 2023
    • Panorama 2022
  • Tümü
  • Anasayfa
  • Gündem
    • Güncel
    • Yaşam
    • Söyleşi
    • Forum
    • Politika
  • Günün Manşeti
    • Karikatür
  • Kadın
  • Dünya
    • Ortadoğu
  • Kültür
  • Ekoloji
  • Emek
  • Yazarlar
  • Panorama
    • Panorama 2024
    • Panorama 2023
    • Panorama 2022
  • Tümü
Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
Yeni Yaşam Gazetesi
Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
Ana Sayfa Ekoloji

Ekolojik Adalet Olmadan Kalıcı Barış Mümkün mü? – II

Kolombiya ve Kürdistan’da Savaşın Ardındaki Yıkım - II

16 Haziran 2025 Pazartesi - 10:41
Kategori: Ekoloji, Manşet
Ekolojik Adalet Olmadan Kalıcı Barış Mümkün mü? – II

Türkiye ile Kürt hareketi arasındaki barış süreci başarılı olursa, bu yıllardır süren ekolojik yıkım kendiliğinden sona erecek mi? Kolombiya deneyimi bu konuda önemli dersler sunuyor: Barış, kendiliğinden ekolojik tahribatları bitirmiyor ve ekolojik iyileşme getirmiyor. Silahlar susunca doğa hemen nefes almıyor. Tam tersine, savaşın kısmen engellediği sermaye hareketleri barış ortamında atağa kalkabiliyor

Agit Özdemir

Kürdistan’da on yıllardır süren silahlı çatışma, yalnızca insani ve siyasi sonuçlar doğurmakla kalmadı, aynı zamanda kapsamlı bir ekolojik yıkımın da temel faili oldu. Ormanlar, dağlar, su varlıkları ve tüm ekosistem unsurları bu savaşın hem hedefi hem de aracı hâline getirildi. Özellikle 1990’lardan itibaren devletin uyguladığı “yakıp-yıkma” politikaları, bu tahribatın temelini oluşturdu. İnsan hakları raporlarına ve resmî belgelere göre, 1990’lı yıllarda yaklaşık 4.000 köy zorla boşaltıldı, birçok yerleşim yeri yakıldı, ormanlar ise sistematik şekilde ateşe verildi. Bu strateji yalnızca geçici bir güvenlik hamlesi değil, aynı zamanda Kürtlerin doğayla kurduğu yaşamsal ilişkinin kesintiye uğratılmasını hedefleyen bir imha biçimiydi.

Bu politikalar sonraki yıllarda biçim değiştirerek devam etti: Orman yangınları özellikle yaz aylarında artarken, pek çok bölgede devlet destekli ağaç kesimleri “güvenlik” bahanesiyle yapıldı/yapılmaya devam ediyor. Savaşın ekolojik yıkımlar sadece yangınlarla sınırlı kalmadı. Yoğun hava bombardımanları, özellikle dağlık bölgelerdeki orman dokusunu ve canlı yaşamını yok etti. Binlerce hektarlık ormanlık alan yandı, meralar ve yaylalar kullanılamaz hale geldi ve birçok kırsal alan yaşanmaz hale dönüştü.

Devlet ve barajlar

Ekolojik tahribatın bir diğer aracı ise barajlardı. Devletin 2000’li yıllardan itibaren hızlandırdığı baraj projeleri, yalnızca enerji üretimi amacıyla değil, aynı zamanda bir askerî ve siyasi denetim aracı olarak da devreye sokuldu. Bu bağlamda Ilısu Barajı en çarpıcı örneklerden biridir. 12 bin yıllık tarihî Hasankeyf kentini ve Dicle Vadisi’nin bütün bir ekosistemini sular altında bırakan bu devasa proje, görünüşte enerji yatırımı olarak sunulsa da, esas itibarıyla bölgeyi insansızlaştırmayı, mülksüzleştirmeyi, kültürel ve doğal hafızayı ortadan kaldırmayı hedefliyordu. Barajın inşasıyla yaklaşık 200 yerleşim yeri tamamen suya gömüldü, 136 kilometrelik Dicle Vadisi “boğuldu”. Munzur Vadisi’ndeki barajlar ve HES projeleri de benzer biçimde, yalnızca endemik canlı türlerine ve ekolojik dengeye değil, aynı zamanda bölgenin kutsal mekânlarına, toplumsal hafızasına büyük zarar verdi.

Savaş ortamında ötelenmiş gibi görünen ancak her zaman süregelen bir başka ekolojik tehdit ise madencilik faaliyetleridir. Özellikle son beş yılda devlet-sermaye işbirliğiyle hız kazanan bu yatırımlar, ilerleyen dönemler için daha da derinleşecek bir ekolojik tahribatın habercisidir. Şırnak civarında uzun yıllar boyunca kömür ocakları doğayı tahrip etti, Hakkâri’de çinko yatakları uluslararası sermayeye açıldı. Dersim, Erzurum’un güneyi, Bingöl ve Hakkâri hattında altın madeni projeleri art arda devreye alındı. Gabar Dağı’nda şimdiye kadar 100’ün üzerinde petrol arama kuyusu açıldı. Öte yandan Silvan Barajı gibi projeler, sadece suyu değil, tarımı ve yerel yaşam biçimlerini de dönüştürecek yeni bir ekolojik dönemin eşiğinde olduğumuzu gösteriyor.

Türkiye ile Kürt hareketi arasındaki barış süreci başarılı olursa, bu yıllardır süren ekolojik yıkım kendiliğinden sona erecek mi? Kolombiya deneyimi bu konuda önemli dersler sunuyor: Barış, kendiliğinden ekolojik tahribatları bitirmiyor ve ekolojik iyileşme getirmiyor. Silahlar susunca doğa hemen nefes almıyor. Tam tersine, savaşın kısmen engellediği sermaye hareketleri barış ortamında atağa kalkabiliyor. Kürdistan özelinde, çatışmaların durması halinde, bugün erişilemez ya da güvenlik gerekçesiyle giril(e)meyen dağlar, ormanlar ve akarsular hızla yatırımcıların hedefi hâline gelebilir. Ortadoğu’nun en önemli su varlıklarını barındıran Kürdistan, aynı zamanda altın, petrol ve çeşitli maden rezervleriyle birlikte nadir elementler açısından da son derece zengin bir bölgedir. Nasıl ki Kolombiya’da FARC sonrası Amazon’a yatırımcı akını olduysa, benzer şekilde Kürdistan’da bir barış halinde devlet ve sermaye, yıllardır “güvenlik” gerekçesiyle gerçekleştiremediği projelere dört elle sarılacaktır. Bir anlamda, savaşla sağlanamayan doğa üzerindeki tahakküm, ekonomik yöntemlerle sürdürülmeye çalışılacaktır.

Enerji ve madencilik sektörleri

Maden şirketleri de barışla birlikte daha da iştahlı olacaktır. Hâlihazırda Dersim, Hakkari, Diyarbakır, Siirt gibi illerde verilen binlerce maden ruhsatı, güvenlik nedeniyle ya askıya alındı ya da tam işletilemedi. Çatışma biterse, başta enerji ve madencilik sektörleri olmak üzere sermaye çevreleri, Kürdistan’ın bakırından mermerine kadar tüm değerli ve yaşamsal varlıklarına erişmeye çalışacaktır. Bu da yeni ekolojik tahribatlar anlamına gelir: Dağların oyulması, siyanür gibi kimyasallarla derelerin kirletilmesi, zengin biyoçeşitliliğe sahip alanların şantiye sahasına dönüştürülmesi tehlikesi ortaya çıkar. Son yıllarda devletin ve sermayenin Kürdistan’da attığı adımlar barış sürecinde devletin bir önceliğinin doğanın sermaye birikim rejimine dahil etmek olduğuna kanıttır. Devletin neredeyse tüm yaşam alanlarını özel şirketlere açması, yerel sermayeyi sürece aktif biçimde dahil etmesi, binlerce maden ruhsatını yasal kılıflarla meşrulaştırması, baraj ve HES projelerini hız kesmeden sürdürmesi ve tarımı küçük çiftçilerin üretim alanı olmaktan çıkarıp şirketlerin denetimine açmaya çalışması, doğanın yalnızca kapitalist tahakküm altına alınmasını teşvik etmekle kalmadığını, aynı zamanda bu sürecin devlet eliyle kurumsallaştırıldığını ve ekolojik-toplumsal yaşamın sermayeye bütünüyle tabi kılınmaya çalışıldığını açıkça göstermektedir.

Nitekim geçmişte Türkiye’de Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), “kalkınma” söylemiyle sunulsa da, gerçekte güvenlikçi politikaların bir tamamlayıcısı olarak işlev görmüş; bölgedeki su varlıkları başta olmak üzere pek çok doğal varlık ve yaşam alanı devletin denetimi altına alınarak sermaye birikim süreçlerine dâhil edilmiştir. GAP kapsamında bugün Cizre Barajı gibi projeler hâlâ hız kesmeden sürdürülmektedir. Bugün ise benzer bir yönelim, süren barış süreci çerçevesinde yeniden gündeme getirilmekte; “yatırım” ve “kalkınma” söylemleriyle şekillenen yeni açıklamalar, devletin bu süreçten ne anladığını açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AK Parti TBMM Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşmada, “ekonomik bakımdan bakir” olarak tanımladığı bölgelere uluslararası girişimcileri yatırım yapmaya çağırması ve “terör” nedeniyle 40 yıldır kullanılamayan kaynakların —başta petrol ve madenler olmak üzere— süratle milletin hizmetine sunulacağını ilan etmesi, bu barış sürecinin ekonomi politiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.

Benzer bir tablo Kolombiya’da da yaşanmıştır. 2016 barış anlaşmasında yer alan “kapsayıcı kırsal reform”, “toprak dağıtımı” ve “kırsal kalkınma” gibi başlıklar, yalnızca çatışmanın sona ermesini değil, aynı zamanda tarihsel eşitsizliklerin giderilmesini ve kırsal yoksulluğun ortadan kaldırılmasını vaat ediyordu. Ancak bu vaatlerin büyük bölümü hayata geçirilmedi. Devlet, kırsal halkın ihtiyaçlarını karşılamak yerine, çokuluslu şirketlerin çıkarlarını önceleyen politikaları uygulamaya koydu; böylece barış, halklar için değil, sermaye için bir fırsata dönüştürüldü. Kırsal alanlar yatırım ve sömürü sahalarına çevrilirken, yerli halklar yerinden edildi, doğa ise metalaştırıldı. Türkiye’de bugün izlenen yol, Kolombiya’daki bu deneyimle büyük ölçüde örtüşmektedir. GAP ile temelleri atılan ve güvenlik-politikası merkezli kalkınma yaklaşımıyla harmanlanan bu model, barış süreci vesilesiyle yeni bir aşamaya taşınmak istenmektedir. Devletin ve sermayenin ihtiyaçlarını önceleyen bu anlayış, barışı halkların özgürlük ve adalet taleplerinden arındırarak, kalkınma söylemiyle tahakküm ilişkilerini pekiştirmeyi amaçlamaktadır. Kısacası, GAP’la başlatılan sermaye ve devlet tahakkümünü, bugünkü barış süreciyle tamamlamak istiyorlar.

Bir diğer kritik risk alanı ise, sermaye odaklı şirketlerin bölgeye hızla yayılması ve özelleştirme politikalarının derinleşmesidir. Olası bir barış ortamı, yalnızca silahların susmasına değil, aynı zamanda uluslararası sermayenin bölgeye daha rahat nüfuz etmesine de zemin hazırlar. Zaten son yıllarda başta ABD ve Kanada olmak üzere ülkelerin şirketleri, enerji, madencilik ve altyapı alanlarında ciddi faaliyetler yürütmektedir. Bu bağlamda yapımı devam eden ‘Kalkınma Yolu’ projesi, yalnızca lojistik değil, aynı zamanda bölgenin sermaye tarafından yeniden yapılandırılmasının bir aracı olarak işlev görecektir. Kolombiya’da barış sonrası ormanlar nasıl büyükbaş hayvancılık ve palmiye yağı plantasyonlarının istilasına uğradıysa, olası bir Türkiye-Kürdistan barışında da bölgenin doğal varlıkları piyasa ekonomisinin insafına terk edilebilir. Bu senaryoda doğa üzerindeki tahakküm, askerî yöntemlerden ekonomik yöntemlere evrilmiş olacaktır.

Barışa ekoloji de dahildir

Barışın bütünlüğü, sadece silahların susmasıyla değil; ekolojik ve toplumsal adalet ile ölçülmelidir. Eğer bir barış anlaşması, ekoloji boyutunu içermezse çatışmaların ateşi sönse bile doğa talanı artarak sürebileceğini Kolombiya olmak üzere birçok barış sürecinde deneyimledik. Hatta bazı açılardan barış, sermayeye yeni cepheler açtı. Bu açıdan barış süreci, ekolojik çerçeveden bağımsız düşünülemez. Bu eksiklik, telafisi imkânsız yıkımlara yol açabilecek acil bir risk olarak karşımızda duruyor. Barış görüşmelerine ekolojistler, yerel direnişlerin temsilcileri ve yaşam savunucuları da dahil edilmeli; ormanların, suların, dağların korunması tıpkı siyasi ve kültürel haklar gibi konuşulabilmelidir.

Türkiye-Kürdistan barış süreci açısından Kolombiya deneyimi önemli bir uyarı niteliği taşımaktadır. Nitekim Türkiye’de devam eden barış ve diyalog sürecinde devlet yetkilileri tarafından sıkça dile getirilen ‘ekonomik kalkınma’, ‘altyapı yatırımları’ ve ‘bölgesel entegrasyon’ gibi söylemler, yüzeyde olumlu çağrışımlar yaratsa da, bu politikaların halkın iradesi yok sayılarak ve toplumsal adalet ilkeleri gözetilmeden hayata geçirilmesi, ciddi toplumsal ve ekolojik riskler barındırmaktadır. Eğer bu süreç yerel halkların iradesiyle değil, merkezî otorite ve sermaye odaklarının çıkarlarıyla şekillendirilirse, Kürdistan’ın su varlıklarının, madenlerinin, ormanlarının ve dağlarının kontrolsüz biçimde şirketlere açılması kuvvetle muhtemeldir. Kolombiya’da barış sonrası dönemde yaşananlar, halkın ‘barış’ olarak karşısında bulduğu şeyin topraklarının, su varlıklarının ve değerli madenlerin ulusal ve uluslararası sermayeye devriyle birlikte gelen derin bir ekolojik tahribat olduğunu göstermiştir. Benzer bir senaryo, gerekli önlemler alınmazsa Kürdistan’da da kaçınılmaz olabilir.

Ekolojik mücadele hattının önemi

Kolombiya’da barış süreci sonrasında doğa üzerindeki yıkımın yeniden ve daha şiddetli biçimde başlaması, barışın içeriğinin neyle doldurulduğuna dair çarpıcı bir uyarı niteliğindedir. Ancak bu karanlık tablo, Kürdistan için tek olasılık değildir. Çünkü Kürdistan’da 2000’li yıllardan bu yana gelişen ekolojik bilinç, toplumsal ekoloji tartışmaları, barajlara, maden projelerine karşı verilen yerel direnişler, güçlü bir toplumsal hafızayı ve mücadele deneyimini beraberinde getirmiştir. Hasankeyf’ten Munzur’a, Cudi’den Dicle’ye kadar uzanan bu ekolojik mücadele hattı, doğanın yalnızca bir kaynak değil, yaşamın ve kimliğin kurucu unsuru olduğunu savunarak, olası bir barış sürecine müdahil olabilecek örgütlü bir toplumsal zemin oluşturmuştur. Eğer bu birikim barışın asli öznelerinden biri haline gelirse, doğa üzerindeki tahakküm politikalarına karşı güçlü bir denge yaratılabilir. Bu tarihsel birikim ve ekolojik direniş, Kürdistan’da barışın toprağa, suya, ormana kulak veren bir gelecek olarak inşa edilebileceğine dair bizlere güçlü bir umut veriyor.

Sonuç olarak, barış kendi başına her sorunu çözecek sihirli bir formül değildir. Doğa üzerindeki tahribatın ve tahakkümün gerçekten durdurulabilmesi, ancak demokratik toplumun örgütlü, ısrarlı ve toplumsal ekoloji perspektifiyle yürüttüğü mücadeleyle mümkündür. Barış süreci, eğer yalnızca silahların susması ve devlet otoritesinin yeni araçlarla yeniden tahkim edilmesi olarak kurgulanırsa, doğa üzerindeki tahakküm bu kez kapitalizmin yeni araçları ile sürdürülecektir. Oysa ekolojik adalet, kolektif irade ve ekosistemin bütünlüğü ilkeleriyle örülen bir barış, savaşın açtığı yaraları onarabilir ve yenilerinin açılmasını engelleyebilir. Kolombiya’nın acı tecrübesi ve Kürdistan’ın bugünkü direnişçi gerçekliği bizlere şunu açıkça göstermektedir: Barış, ancak doğayı koruyanların sesiyle, ekolojik adaletin kurucu ilke olarak kabul edildiği bir toplumsal zeminle anlamlı ve kalıcı olabilir.

BİTTİ

 

PaylaşTweetGönderPaylaşGönder
Önceki Haber

İkizköylüler’den Çevre Kanunu düzenlemelerine tepki: Mücadele edeceğiz

Sonraki Haber

Tutsak Canan’ın tahliyesine 6 ay engel

Sonraki Haber
Tutsak Canan’ın tahliyesine 6 ay engel

Tutsak Canan’ın tahliyesine 6 ay engel

SON HABERLER

Rojava Parkı’nda uyuşturucuya karşı farkındalık çalışması

Rojava Parkı’nda uyuşturucuya karşı farkındalık çalışması

Yazar: Yeni Yaşam
16 Haziran 2025

Erdoğan’dan İsrail açıklaması

Erdoğan’dan İsrail açıklaması

Yazar: Yeni Yaşam
16 Haziran 2025

Wan’da ‘Şiddetle Mücadele Ağı Platformu’ kuruldu

Wan’da ‘Şiddetle Mücadele Ağı Platformu’ kuruldu

Yazar: Yeni Yaşam
16 Haziran 2025

Direnişteki işçiler: İşimizi de belediyemizi de geri alacağız

Direnişteki işçiler: İşimizi de belediyemizi de geri alacağız

Yazar: Yeni Yaşam
16 Haziran 2025

Pîran’daki orman yangını yayılarak sürüyor

Pîran’daki orman yangını yayılarak sürüyor

Yazar: Yeni Yaşam
16 Haziran 2025

İsrail ordusu İran devlet televizyonuna saldırdı

İsrail ordusu İran devlet televizyonuna saldırdı

Yazar: Yeni Yaşam
16 Haziran 2025

İzmir’de sendikacılara soruşturma

İzmir’de sendikacılara soruşturma

Yazar: Yeni Yaşam
16 Haziran 2025

  • İletişim
  • Yazarlar
  • Gizlilik Politikası
yeniyasamgazetesi@gmail.com

© 2022 Yeni Yaşam Gazetesi - Tüm Hakları Saklıdır

Welcome Back!

Login to your account below

Forgotten Password?

Retrieve your password

Please enter your username or email address to reset your password.

Log In

Add New Playlist

E-gazete aboneliği için tıklayınız.

Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
  • Tümü
  • Güncel
  • Yaşam
  • Söyleşi
  • Forum
  • Politika
  • Kadın
  • Dünya
  • Ortadoğu
  • Kültür
  • Emek-Ekonomi
  • Ekoloji
  • Emek-Ekonomi
  • Yazarlar
  • Editörün Seçtikleri
  • Panorama
    • Panorama 2024
    • Panorama 2023
    • Panorama 2022
  • Karikatür
  • Günün Manşeti

© 2022 Yeni Yaşam Gazetesi - Tüm Hakları Saklıdır