Toplumsal sorunlar, ancak toplumsal iradenin ortaklaşmasıyla çözüm imkanı bulabilirler. Çünkü toplumsal sorun olarak tarif edebileceğimiz sorunların hepsi, toplumsal iradenin zaafları üzerinden oluşmuş veya şekillenmişlerdir. Toplumdaki sınıfsallaşmadan tutalım da devletleşmeye kadar olan hayatımızı şu veya bu düzeyde etkileyen bütün sorunların altında bu gerçeklik vardır. Zaten kendiliğinden oluşan sorunları toplumsal sorun değil, “doğal afet” olarak tanımlayabiliriz. Örneğin hemen hemen bütün canlıların yaşamını etkileyen bir sis olayını yaşamımızı etkilediği, belli bir süreliğine de olsa hareket ve davranışlarımızı kısıtladığı için sorun olarak tarif edemeyiz. Onun içindir ki, bir sorunun sorun olarak tarif edilebilmesi için onun oluş biçimini önemseriz. Dolayısıyla da sorunun çözümü kendisini gündemleştirdiğinde de insan iradesini esas alırız. Onun dışında da başkaca bir çözüm imkanı yoktur.
Tüm dünya genelinde dehşet düzeyde yaşanan ağır çevre ve ekoloji sorunlarının en çok yoğunlaştığı bir çağı yaşıyoruz. Hatta insanlık tarihinin büyük bir bölümünde insanlığın çevre ve ekoloji sorunları gibi sorunları hiç olmamıştır. Çünkü tür olarak insan kendi evrimsel sürecinde kendisinin dışındaki her şeyi kendisine benzetmiştir. Kendisini nasıl ki biyolojik bir varlık olarak algılayıp tarif etmişse, çevresinde bulunan her şeye aynı hissiyatla yaklaşmış, muazzam bir uyum ve ahenk içinde birlikte yaşamışlardır. İnsanın analitik zekası geliştikçe de bu birlikteliği kutsamış ve karşılıklı ilişkilerini birbirlerine muhtaçlık olarak tarif etmişler, aralarındaki ilişkiyi bir anneyle çocuğun ilişkisi gibi saf ve temiz bir duygu dünyası olarak tarif etmişlerdir. Onun için de çevre ve ekoloji sorunu gibi bir sorun yaşamamışlardır.
Ne zaman insan aklı doğada var olan şeyleri sermaye yapmaya yönelmiş, o günden bu yana toplumun çevre ve ekoloji sorunu da tedrici olarak yükselerek bizi bugünün dünya gerçeğiyle yüz yüze getirmiştir. Dünyamız artık ekoloji sorununu felaket düzeyinde yaşamaya başlamıştır. Son dört yüz yıllık sanayi devrimleriyle de sürdürülemez boyutlara ulaşmıştır. Dünyanın her kara parçası artık ekoloji sorununu tam bir felaket düzeyinde yaşamaya başlamıştır. Sekiz milyarlık nüfusun her gün bir milyarı açlıkla boğuşmaktadır. Yani sekiz kişiden birisi günlük açlık çekmektedir. Ve bu oran her geçen gün daha da yükselmektedir. Yer altı maden çalışmaları nedeniyle onlarca ülke kendine yeterlilik özelliklerini kaybetmiş durumdadır.
Aynı biçimde Türkiye coğrafyası da kırk yıllık savaşı finanse edebilmek için uluslararası maden şirketlerine peşkeş çekilerek hızla çölleşme sürecine girmiştir. Özellikle altın ve uranyum madenciliği yüzünden daha şimdiden tarım cenneti olarak bilinen birçok bölge üretim gücünden düşmüş, hızla etraflarını da kendi etki alanına alarak ülkenin tümüne yakın üretim arazileri yok olmaya başlamıştır. İçinden geçtiğimiz kış ayları da aslında bu felaketin daha da dipten gelen habercisi olmuştur. Bırakalım su havzalarının kendisini arındırmasını şimdiden kurumaya başlamışlardır. Bu, aynı zaman da yeni göç dalgalarının habercisi konumundadır. Zaten kendi kapasitesinin çok çok üstünde olan şehirler, etraflarında yok ettikleri köylerin akınına uğramaktan kurtulamayacaklardır. Dolayısıyla kanser gibi büyüyen Türkiye kentleri yeni dalgayı hiç taşıyamayacak ve var olan kanserli ura yeni türden hastalıklar nüksetmeye başlayacaktır.
Bugünden görünen bu olduğu için yaptığımızın bir felaket tellallığı olduğu da sanılmamalıdır. Hangi üretim alanına mikrofon uzatırsanız uzatın alacağınız cevap; “BİTTİK” oluyor. Toprak, üreticisinin nasırlı elleri gibi susuzluktan damar damar çatlaklar oluşturmuş. Nehirler ırmaklara, ırmaklar çaylara, çaylar derelere, dereler ise bırakın suyu neme bile hasret kupkuru ayazı yaşamaktadır. Yer altı suları bile yerin daha derinlerine çekilerek insandan uzaklaşmaktadır. Bunun en somut göstergesi bir zamanların buğday ambarı olan Konya ovasında görünmektedir. Konya ovası “Obruk Ovası” haline gelmiş durumdadır.
Artık ekolojik felaketin çalmadığı kapı kalmamış durumdadır. Bu gerçeği bilerek amasız, fakatsız, lakinsiz çevreci ve ekolojist olmak zorundayız. Çünkü bunu bizden isteyen ekmeğimiz, aşımız, toprağımız, gelecek hayallerimizdir. Kendi insani görevlerimizi yerine getirmediğimiz için yurt bellediğimiz, vatan diye kutsadığımız toprakların lanetine maruz kalacağız. Açlıktan daha büyük lanetin olduğunu sanmıyoruz, ama bizim “amalarımız”, “lakinlerimiz”, “fakatlarımız” veya “şayetlerimiz” yüzünden lanetleneceğiz. Bu, bağrında büyüdüğümüz, ana diye bellediğimiz doğanın laneti olacaktır. Hani dinin “cennet annelerin ayaklarının altındadır” diye kutsadığı analık bağı varya, işte tam da o bağın güçlendirilmesinin zamanı. Cenneti insan kendisi yaratmazsa ona hiç kimse bir cennet sunmayacaktır.
Bu bilinçle Karadeniz’den Ege’ye, Kaz Dağları’ndan Cudi’ye, Çaldıran’dan Konya’ya kadar bütün ekolojik yıkım ve kırım alanlarından AKP Arhavi ilçe kongresindeki konuşmacı Faruk Çelik’in Arhavi’de sarf ettiği “İsyan etmek sizin mesleğiniz mi?” sorusuna hep birlikte kocaman bir “EVET” diye haykırmalıyız. Kirli savaşınızı finanse etmek için ülkenin her yerine kurduğunuz maden ocakları, HES’ler, GES’ler, JES’ler bizim değildir demenin de zamanı gelmiştir. Gerçekte de insana ve doğaya zarar veren bizim değildir bilinciyle PKK Lideri Abdullah Öcalan çözüm ve barış çabalarına sahip çıkmanın da tam zamanıdır. Artık isyanımız çözümsüzlükte ısrara karşı olmalı.
Çünkü kırk yıldır sürdürülen ve her şeyimizi yiyip yutan savaşa toplumsal ekoloji bilinciyle şimdi dur diyemeyeceksek ne zaman diyebiliriz ki?