Belki de mesele, herkesin Türk sayılması değil; herkesin kendi adıyla, kendi diliyle, kendi sesiyle kabul edilmesidir. Gerçek eşitlik, tek bir resmî renge boyanmadan yan yana durabilme cesaretidir. Aynı güneşin altında, gölgesi aynı uzunlukta uzanan farklı ağaçlar gibi
Cihan Ekinci
Bir ağacın gövdesine “Ne mutlu Türküm diyene” yazınca, o ağacın meyvesi elma olsa da artık Türk’tür herhalde. Ya da anayasa maddesine “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” deyince, herkes bir anda armut gibi Turan pazarında satışa çıkar. Elbette ki kimsenin Türklükle bir sorunu yok. Sorun, her elmayı armut ilan eden bu jakoben meyve sınıflandırmasında.
Yüz yıl önce yazılmış bir devlet manifestosu gibi duran 66. Madde, 21. yüzyılda hâlâ “kimlik” konusuna noktayı koyacağını sanıyor. Mesele Türk olmak değil; herkesin Türk sayılması. Tıpkı herkese aynı beden ölçüsünde üniforma dağıtmak gibi bir şey. Kimi bellerden düşüyor, kimi omuzdan patlıyor, ama devlete göre herkes aynı takımda. Fakat forma kimseyi takım oyuncusu yapmıyor.
Hadi diyelim vatandaşlık temelinde bir birlik kuruyorsunuz. Peki neden bu “vatandaş”ın anadili yasaklandı? Neden çocuğuna kendi dilinde isim koyması yasaklandı? Neden köyü, dağı, nehri Türkçe adlarla yeniden etiketlendi? Bu ne biçim vatandaşlık ki, sadece Türkçeyle ayakta kalabiliyor? Demek ki siz, forma dağıtırken aynı zamanda forma dışındaki bedenleri de tıraşlıyorsunuz.
Jakoben solcuların klasik pozisyonudur bu: Eşitlik diyerek farklılıkları törpülemek. Onlara göre herkes “aynı” olursa sorun da kalmaz. Ne var ki bu eşitlik, tam da farklılıkların reddiyle yürüyen bir eşitlik. “Hepimiz kardeşiz” demek kolay; ama kardeşin dilini konuşmayı yasaklıyorsan, o kardeşliğe ancak “üvey” sıfatı yakışır.
Jakoben akıl, devleti halkın değil halkı devletin malzemesi sayar. Fransız Devrimi’nin gölgesinden yürüyen bu anlayış, Türkiye’de “devletlû sol” olarak zuhur etti. Kafasında bir ulus modeli var, ama bu modelin içeriği boş: Herkes Türk’tür, çünkü başka türlüsü düşünülemez. Elma da armut sayılır, çünkü manavda başka seçenek yoktur. Seçenek yoksa sorun da yoktur. Ne güzel, değil mi?
Ama doğa inadına renklidir. Diller kendiliğinden konuşur, kültürler kendiliğinden yaşar. Yasakla, inkârla, “vatandaş Türkçe konuş” tabelalarıyla Kürt’ü Kürtlüğünden, Laz’ı Lazlığından, Ermeni’yi belleğinden koparamadınız. Dağlara taşlara Türklük yazdınız ama dağ Türk olmadı. O dağın adı Cudi’ydi, Munzur’du, Ağrı’ydı. Hâlâ da öyle.
Devletin tepesinden yayılan bu “herkes Türk’tür” söylemi, aslında kimsenin kendisi olmasına izin vermemek demek. Bu, bir tür yasal mecburiyetle başkasına benzemeye zorlama halidir. Ve kimse bu yüzden benzemedi, benzemiyor. Devletin “vatandaşlık = Türklük” eşitliği, matematikteki yanlış formül gibi, çözüm üretmiyor. Her seferinde denklem hata veriyor.
Gelelim Jakoben solun paradoksuna. Kendilerini halkçı sanıyorlar ama halkı tanımıyorlar. “Türklük” deyince solculuk, “Kürtlük” deyince bölücülük diyorlar. Sanki Anayasa Mahkemesi ile Che Guevara arasında bir protokol varmış gibi davranıyorlar. Devletin anayasal tanımını devrimci duruş sanan bir tuhaf kuşak bu. Türkçe dışında yazılmış her kitap, söyledikleri her Kürtçe kelime onlara fazla geliyor.
Ve işte bu zihniyetin ne yazık ki içinde yetiştiği ve kendisini özgürlükçü sayan bazı edebiyatçılar da aynı suya kaşık sallıyor. Ataol Behramoğlu örneğin… Yıllarca şiirleriyle halktan, ezilenden, özgürlükten söz etmiş bir şair; ama gün geliyor, 1982 Anayasası’nın “herkes Türk’tür” maddesini gururla paylaşıyor. Hani şu darbe anayasası! Demek ki bazen kalem devrimcidir ama parmak hâlâ resmî ideolojiyi işaret eder. Bu da bize şunu gösterir: Bazı şairlerin mısraları serbesttir ama düşünceleri kadroludur.
Oysa sol, çoğulculuğu savunmadan sol olamaz. Kimliksiz bir eşitlik, kimliğe savaş açmaktır. Sol, her rengin kendi tonunda yaşamasını savunmadıkça, iktidarın kopyası olmaktan öteye geçemez. Bu topraklarda solculuk, asimilasyonu görmezden gelerek değil, yüzleşerek anlamlı olabilir.
Ve neticede şu soruyu sormak zorundayız: Eğer Türklük etnik değil de yalnızca vatandaşlık anlamına geliyorsa, neden bu kadar etnik temizlik retoriğine başvuruldu? Neden yüzlerce yıllık yer adları silindi, diller yasaklandı, kültürel miras yok sayıldı? Demek ki bu Türklük tanımı, kâğıt üzerinde değil; sokakta, okulda, karakolda, kitapta, hatta mezar taşında karşımıza çıkan bir etnik dayatmadır.
Bu memlekette elmayı armut diye yutturmak isteyen çok. Ama ne yaparsanız yapın, elma da armut da kendi ağacında büyür. İnsanlar da öyle. Kimlik, anayasa maddesiyle değişmez.
Belki de mesele, herkesin Türk sayılması değil; herkesin kendi adıyla, kendi diliyle, kendi sesiyle kabul edilmesidir. Gerçek eşitlik, tek bir resmî renge boyanmadan yan yana durabilme cesaretidir. Aynı güneşin altında, gölgesi aynı uzunlukta uzanan farklı ağaçlar gibi…
Ve belki de işte o zaman, dağlara yazı kazımaya gerek kalmaz. Çünkü herkesin gölgesi yerli yerinde durur; ne saklanır, ne saklanmak zorunda bırakılır. Herkesin sesi, diğerinin sessizliğine dönüşmeden birlikte yankılanır. İşte o vakit, vatandaşlık bir kimlik değil, bir ortak yaşamın ahlâkı olur.