AKP/saray iktidarı, asgari ücrette yüzde 30, işçi emeklisi aylığında yüzde 15.75, memur maaşı ve memur emeklisi aylığında 11.54 artış yaparak 2025 yılının en azından ilk yarısı için emekçilerle hesabı kapattı. Buna göre Türkiye’de emekçilerin yarıya yakınının geçim ücreti olan asgari ücret 22 bin 104 TL, asgari işçi emeklisi aylığı 14 bin 469 TL olurken en düşük memur maaşı 45 bin 500 TL, en düşük memur emeklisi aylığı ise 19 bin 616 TL oldu.
İşçi, memur ve emeklilerin yeni aylıkları henüz ellerine geçmeden Büro Emekçileri Sendikası Araştırma Merkezi (BES-AR)’ın açıkladığı 2024 yılının aralık ayı verilerine göre açlık sınırı -dört kişilik bir ailenin sadece gıda harcaması- 30 bin 617 TL olurken buna kira, elektrik, su, sağlık, ulaşım, eğitim gibi temel harcamalar da eklenerek elde edilen yoksulluk sınırı ise 80 bin 940 TL oldu. Tek başına yaşayan bir kişinin yaşam maliyeti ise 41 bin 476 TL’ye ulaştı.
BES-AR’ın yaptığı bu hesaplamalara yılın ilk gününden itibaren yapılan vergi, yol ve köprü, ulaşım, akaryakıt vs zamları dahil değil. Devlet eliyle yapılan zamların en düşüğü 2025 yılında yeniden değerleme oranı olarak belirlenen yüzde 44 civarında. Kiralara yapılacak artış daha önce yüzde 60 olarak belirlenmişti. Bu arada çarşı pazardaki gıda, ilaç, giysi vb temel ihtiyaçların etiketleri ise sürekli artmaya devam ediyor.
Ocak ayı başından bu yana iğneden ipliğe gelen zamları hesaba katmasak bile Ocak ayı sonunda asgari ücretlinin eline geçecek olan para, Aralık 2024 fiyatlarıyla açlık sınırının yüzde 70’ine ancak ulaşırken, bir kişinin yaşam maliyetinin yarısına, yoksulluk sınırının ise dörtte birine ancak ulaşabiliyor. Emeklilerin durumu daha da vahim, işçi emeklilerinin önemli kısmının yaşamını sürdürmek zorunda olduğu en düşük aylık açlık sınırının yarısı, yoksulluk sınırının beşte birine denk geliyor. Memur emeklileri için de durum çok farklı değil. Memur maaşları ise yoksulluk sınırına ancak ulaşabiliyor. Bu durumda bir ailede en az dört asgari ücretli ya da altı işçi emeklisi veya iki memur eve gelir getirmiyorsa o ailenin yoksulluk sınırında bir yaşam seviyesini sağlaması bile mümkün olmuyor.
Daha kötü olan ise, sadece gıda harcamalarının bile büyük kısmını karşılayacak bir gelirden yoksun olan milyonlarca emekçi ve emekli arasından asgari ücretle çalışanların 12 ay boyunca, emekli ve memurların ise yıl ortasına kadar aynı ücretle yaşamlarını sürdürmek zorunda kalacak olması. Zira gerek Ocak ayı başındaki -yukarıda sözünü ettiğimiz- fiyat artışları ve bunun üzerine ekonominin genel gidişatını da dikkate alarak öngörebileceğimiz enflasyon artışlarıyla emekçi kesimlerin yaşam koşulları, önümüzdeki aylarda daha da kötüleşecek.
AKP/saray iktidarı, ücretleri baskılayan, emekçileri açlığa, sefalete sürükleyen ekonomi politikalarına gerekçe olarak, “ücretlerin yüksek enflasyona neden olduğu” iddiasını öne sürüyor. Oysa en kötü koşullarda günde 12-14 saat çalıştırılan emekçilerin evine götüreceği ekmeği, suyu, hastalandığında alacağı ilacı, enflasyonunun nedeni olarak görülürken şirketler kâr rekorları kırıyor; patronlar servetlerine servet katıyor.
Siyasi iktidarın vergiden muaf tuttuğu yetmez gibi halktan topladığı vergileri teşvik olarak aktardığı; işçilerin örgütlenmesini, grevini engellemek için devletin tüm şiddet gücünü kullanarak destek verdiği patronlar ise emekçilerin boğazından, sağlığından kestiği paralarla edindikleri servetle günlerini gün ediyor. Dört asgari ücretlinin, altı emeklinin, iki memurun geliriyle ancak yoksulluk seviyesine ulaşılırken lüks otomobil, lüks yat satışları rekor kırıyor. İktidarın sağladığı olanaklarla emekçinin sırtından edindikleri servetleri nereye harcayacaklarını bilemeyen patronların lüks harcama haberleri ülke sınırlarını aşıyor. Bunlardan en yakın zamanda gözümüze ilişeni, meşhur “beşli çete”nin müstesna üyelerinden Limak Holding’in sahibi Nihat Özdemir’in sipariş ettiği -93 bin 150 asgari ücrete karşılık gelen- 58 milyon dolarlık lüks jet haberi oluyor.
Bir tarafta dünyanın diline destan bir şatafat öbür tarafta emekçilerin ekmek, su, ilaç için yaptığı harcamayı enflasyona neden olarak gösterecek denli toplumdan kopmuş bir rejim… Hakkın, hukukun, demokrasinin kırıntısının bile olduğunu varsaydığımız bir ülkede, ekmeğini alınteriyle kazanan milyonlarca emekçi yaşamını, çocuklarının geleceğini bu adaletsizliğe kolayca teslim eder mi? Elbette hayır! Milyonlarca emekçiyi kendilerini sefalete sürükleyen, sınırsızca sömüren bu düzene rıza göstermeye zorlayan, devletin tüm şiddet aygıtlarını halkı sindirmek için kullanan bir rejime otokrasiden başka ne denilebilir?
AKP, askeri darbe rejimlerini bile kıskandıracak bu otokrasiyi inşa ederken amacı iktidarını idame ettirirken sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda emekçileri de tahakküm altına almaktı. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen otokrasinin inşa sürecini, Kürt sorununda çözüm masasının devrilip çatışma sürecinin yeniden başlatılmasına gerekçe oluşturan 7 Haziran seçimlerinin ardından yaşananlardan ayrı düşünmek mümkün değildir.
Türkiye’de emekçi kesimlerin tahakküm altına alınması ile Kürt sorununda çatışmacı sürecin kesişmesi sadece 7 Haziran’la başlayan dönemde olmamıştır. 1980’de 12 Eylül darbesi ve 1993’te Öcalan’ın başlattığı çözüm gayetlerinin berhava edilerek çatışmaların yeniden başladığı süreçte de bu kesişme aleni biçimde ortaya çıkmıştır.
Türkiye’de halklar arasında düşmanlık yaratan söylemler ve çatışma sürecini besleyen eylemler, Kürt halkı kadar Türkiye emekçileri üzerindeki tahakkümü de arttırmıştır. Bugün de müzakere kanallarının açılmasıyla beliren çözüm/barış umudunun sonuçsuz kalması, öncekilere benzer biçimde toplumun tümü üzerinde otoriteyi daha da arttıracak; demokrasiden, adaletten büsbütün uzaklaşılmasına neden olacaktır. Çözümü de içeren bir barış sürecinin bir kez daha sonuçsuz kalmaması ve sefaletin daha da derinleşmemesi için emekçilerin seyirci olmaktan öteye geçerek barışın toplumsallaşmasında rol üstlenmesi ve süreci sahiplenmesi gerekir!