Bu ülkede bazı anneler yalnızca çocuklarını kaybetmez; bir halkın hafızasını da vicdanını da omuzlarında taşırlar. Emine Ocak böyle bir anneydi. Oğlunu gözaltında kaybeden bir kadından, bir direnişin sembolüne, sonra da bir halkın annesine dönüştü.
O artık sadece Hasan Ocak’ın annesi değil, kaybedilen tüm çocukların, yok sayılan tüm hayatların sesi, yası ve ısrarıdır. Ölümüyle birlikte bir devrin direnişi, bir coğrafyanın karanlığı ve bir halkın hakikatle olan hesabı yeniden zihnimizde canlandı.
Kimsesizler mezarlığında bir devrimci
Hasan Ocak, 1995 yılında gözaltına alındı. Alındığını onlarca tanık gördü, ama devlet onun varlığını inkâr etti. Günlerce haber alınamadı. 55 gün sonra, kimsesizler mezarlığında, işkenceyle öldürülmüş bedeni bulundu.
Herkes bilir ki bu ülkede hiçbir faili meçhul, gerçekten meçhul değildir. Failler hep belliydi: emir verenler, işkence odalarını yönetenler, talimatı uygulayanlar hep belliydi. 12 Eylül gibi doksanlı yılların işkence merkezleri ve başındaki şefler belliydi. Yıllarca bürokraside, emniyette, orduda, siyasette yer aldılar. Kimisi emekli oldu, kimisi milletvekili oldu, kimisi terfi etti, kimisi hâlâ bir yerlerde görev başında.
Emine Ocak’ın adalet talebi, bireysel bir evlat yasından çok öteydi. Oğlunun kemiklerine ulaşmıştı ama adalete hiç ulaşamadı. İşte bu yüzden, gözyaşını yoldaşa, fotoğrafını pankarta, acısını mücadeleye dönüştürdü.
Galatasaray Meydanı’na oturdu. Elinde oğlunun fotoğrafı, dizlerinde direnişin yüküyle…
Yanında diğer kayıp yakınları, anneler, kardeşler, eşler… Her biri bir başka öykü, ama aynı suçun izleriyle örülü. Aynı inkâr, aynı cezasızlık, aynı korkunç düzen.
Yasın ve direnişin merkezi
Bu ülkenin siyasi tarihinde Galatasaray Meydanı yalnızca bir coğrafi alan değil, bir vicdan çatışmasının merkezi oldu. 1995’ten bu yana her Cumartesi bir araya gelen Cumartesi Anneleri, “devletin bekası” adı altında işlenen suçlara karşı en yalın ama en derin soruları sormaya devam ettiler. “Evladım nerede?” Bu soru yalnızca bir annenin feryadı değil, bir sistem sorgusudur. “Çocuğumu ne yaptınız?” sorusunun alt metni, “Hangi eller, hangi emirlerle insan kaybetmeyi yöntem haline getirdi?” sorusudur.
Emine Ocak’ın o meydanda oturuşu, politik bir eylemdi. Siyasi bir talep, ahlaki bir isyandı. Çünkü onun mücadelesi adalet yüklüydü ama yüzleşmeyi de içeren. Kemiklerin teslim edilmesi yetmezdi. İsimlerin açıklanması, sorumluların yargılanması, inkâr sisteminin dağıtılması gerekiyordu.
Ama onun yerine, anneler suçlu gibi yerlerde sürüklendi. Gazla, copla türlü eziyete maruz kaldılar. Devlet, barikatlar kurdu meydana; anneleri gözaltına aldı, yargıladı. Çünkü annelerin çığlığı, sarayların sessizliğini deliyordu. Susturulmak istenen, yalnızca acı değil; aynı zamanda hakikatin sesiydi.
Geçmişin yası, geleceğin onuru
Emine Ocak aramızdan ayrıldı. Ama geride bıraktığı direniş yaşamaya devam edecek. Çünkü o mücadele, sadece geçmişin yasını tutmak için değil, geleceğin onurlu biçimde kurulması içindi. “Kayıplar bulunsun, failler yargılansın” talebi, bu ülkede adaletin yeniden tanımlanmasıdır.
Devletin faili meçhullerle dolu arşivi bir sır değil. O arşivin bir ucunda JİTEM var, Beyaz Toroslar var, bir ucunda koruculuk sistemi, diğer ucunda ise siyasi cinayetlere göz yuman yargı, medya ve siyaset kurumu. Bir dönemin sistematik kaybetme politikası sadece Kürtlere, devrimcilere, muhaliflere değil; bir halkın ortak hafızasına yönelmişti. Gözaltında kayıplar, aynı zamanda toplumun belleğinin kazınmasıydı. Emine Ocak ve Cumartesi Anneleri ise bu belleği kazıyarak değil, yeniden inşa ederek yaşattılar.
Yüzleşme
Bugün yeniden “Kürt meselesinde çözüm” konuşuluyorsa, başlanacak ilk yerlerden biri de Galatasaray Meydanı olmalıdır. O meydanda yükselen sesler, sadece birer acı değil; aynı zamanda birer politik haritadır. Roboskî’de bombalanan çocuklarla, Diyarbakır cezaevinde işkenceden geçenlerle, gözaltında kaybedilen gençlerle, boşaltılan, yakılan, yıkılan köylerden sürgün edilen Kürt köylülerle yüzleşmeden atılacak her adım eksik kalır.
Devletin önce annelerden özür dilemesi gerekir. Açık, resmî ve hesap vermeye yönelik bir özür… Arkasından arşivlerin açılması, davaların yeniden görülmesi, kayıpların akıbetinin açıklanması… Ancak o zaman bu ülke kendini yeniden kurabilir.
Ananın direnişi, geleceğin onuru
Emine Ocak’ın adı sadece bir yas değil, bir onur nişanıdır. Onun kararlılığı, yaşlı, genç insanların politik bilincini etkiledi. O, devrimcilerin, muhaliflerin, susturulmak istenen her sesin annesiydi. Bir halkın anasıydı. Ve bu halk, onun sessiz çığlığını yüreğinde taşıyarak yürüyor. O gün omuzlarda tabutu taşınırken Galatasaray’a çıkamayanlar, yüreklerinde bir meydana sahip artık. Her Cumartesi, her vicdanlı bireyin kalbinde bir karanfil açıyor.
Bu ülke çok öldürdü. Kimi zaman karakolda, kimi zaman ev baskınlarında, kimi zaman gece yarısı operasyonlarında… Kimi zaman mezar dahi bırakmadı geride. Mezarı olmayan binlerce genç, fotoğrafla yaşadı. Annelerinin gözlerinde, meydanlarda, duvarlarda… Onları yalnızca fiziken değil, toplumsal bellekte de yok etmek istediler. Ama Emine Ocak ve anneler bu bellek inşasını üstlendiler. Hiçbir gözaltı, yasak, baskı onları yıldırmadı. Çünkü onların dayandığı yer, devletin otoritesi değil; insanın vicdanıydı.
Kayıplar bulunsun, failler yargılansın!
Şimdi bir devrin öncü kadınlarından biri daha aramızdan ayrıldı. Ama onun ve onların bıraktığı yerden yürümek, yalnızca bir saygı ifadesi değil; bir görevdir. “Kayıplar bulunsun, failler yargılansın!” haykırışı devam etmeli. Çünkü bir ülke, çocuklarını karanlık koridorlarda kaybetmediği zaman kurtulur. Ve bir ülke, Emine Ocak gibi annelerinin önünde eğilip “sana bunu yaşattık, affet” diyebildiği gün özgürleşir.