Rosa Luxemburg, 20. yüzyıl başlarında dünyanın yaşadığı dehşeti, halkların geldiği yol ayrımını tarihe mal olan bir haykırışla ifade etmiş, Almanya işçi sınıfına ve devrimci hareketine “ya sosyalizm ya barbarlık” diyerek seslenmiş ve devamla şu cümleleri eklemişti: “Bir zamanlar Friedrich Engels’in dediği gibi: ‘Burjuva toplumu yol ayrımında, ya sosyalizme geçecek ya da barbarlığa ricat edecek…’ Bugün tam da Friedrich Engels’in bir nesil önce öngördüğü gerçekle yüzleşiyoruz: ya emperyalizmin zaferi ve antik Roma’da görüldüğü üzere, tüm medeniyetin çöküşü, insansızlaşma, yıkım ve yozlaşma, büyük bir mezarlık ya da emperyalizm ve onun savaş yöntemine karşı uluslararası proletaryanın bilinçli faal mücadelesi demek olan sosyalizmin zaferi.” Ve insanlık bu seslenişten yaklaşık yüz yıl sonra bugün Rosa’nın seslendirildiği yol ayrımına varmış buluyor. Ya yok oluş ya sosyalizm.
Haftaya büyük iklim greviyle başlayan ülke, haftayı büyük İstanbul depremiyle noktaladı. Bir yanda kâra dayalı kapitalist üretimin, sadece doğal kaynakları değil doğanın kendisini yıkıma uğratarak insanlığı getirdiği yıkım duruyor. Dünya, görmezden gelinemeyecek bir iklim krizi ile karşı karşıya. Uzak olmayan bir gelecek içerisinde doğal yaşam olanakları bitmek üzere ve dünya insanlık için yaşanamaz bir konuma gelmiş bulunuyor. Bir yandan dünya ısınır ve buzullar erirken diğer yandan su ve gıda kaynakları tükeniyor. Bütün haftaya damgasını vuran ve tüm dünyada ses getiren iklim grevi eylemlilikleri bu dehşet duruma dikkat çekmeyi amaçlıyor.
İstanbul depremi ise ülke halklarına doğal ve kentsel yağmanın, ranta dayalı inşaat sektörünün ve insan hayatını hiçe sayan kentleşmenin yakın ve yıkıcı bir tehdit haline geldiğini büyük bir sarsıntıyla tekrar gösterdi. Deprem, şehrin bunca yıkımdan ve uyarıdan sonra bile olası afete ne kadar hazırlıksız olduğunu hatta hazırlıksızlıktan öte çaresiz hale nasıl getirildiğini gözler önüne sermiş oldu. Deprem aynı zamanda toplumun ne kadar savunmasız bir halde bulunduğunu da ortaya koydu. İletişim neredeyse tamamen kesilirken hiçbir altyapının bulunmadığı, toplanma alanlarının yağmalandığı, hastanelerin bile çürük olduğu açığa çıktı. Sarsıntının büyük depremi tetikleme olasılığı ise tıpkı iklim krizinde olduğu gibi uzak olmayan bir gelecekte büyük bir yıkımı gündeme getirmiş oldu. Ülkenin en büyük kenti bir mezarlığa dönme tehlikesi ile yüz yüze. Deprem sadece olası yıkımın değil yıkım sonrası yaşanabileceklerin ortaya çıkmış olması açısından da öğretici oldu. Sadece rant ve yağma üzerinden inşa edilen düzenin olası yıkımlarda milyonların hayatını kurtaracak hiçbir yatırımda bulunmadığı görüldü. Bir yıkımdan sonra gerek kurtarma faaliyetleri gerek yaralıların tedavisi, kurtulanların barınması ve beslenmesi konusunda hiçbir hazırlık yapılmadığı, insanların neredeyse kaderine teslim edildiği açığa çıktı. Deprem sonrası kara bilim kurguları aratacak bir kargaşa ve düzensizliğin hâkim olacağı belli oldu. İstanbul sadece ağır insani faturası olacak bir depremi değil deprem sonrası barbarlık çağını beklemeye başladı.
İstanbul depremi sonrası yapılan yorumların neredeyse tamamı benzer bir tehlikeye dikkat çekerken, devletin, yapması gerekenleri yapabilecek bir amaç çerçevesinde örgütlenmediği, insanların tek başına kalacağı, başlarının çaresine bakmak durumuyla yüz yüze kalacağı gerçeğini vurgularken halka az sayıda örgütlenme çağrısı da yapıldı. Pek çok kesim bu çaresizlik senaryosunun AKP hükümetinin kenti ranta açan yağma politikasının bir sonucu oluştuğu konusunda bir ortaklaşma ortaya koydu. Gerçekten de, AKP politikalarının ülkeyi ve kenti getirdiği nokta tam anlamıyla bir yıkım ve yok oluştur. Ancak meseleyi sadece AKP ile ele almak gerçekliğin sadece bir yanıyla yüzleşmek anlamına gelecektir ki bu eksiktir. Bu ülke, yıllardır benzer yıkımlar yaşamış ve neredeyse hepsinde benzer hazırlıksızlık göze batmıştır. Ne yazık ki hem İstanbul depreminde hem de iklim krizinde olduğu gibi, yaşanan hemen her sıkıntıda kapitalizmin kendisiyle yüzleşmek yerine devletleri ve kapitalist üretimi pas geçerek daha çok “sivil topluma” çağrılar yapılmakta, çözüm önerileri ise sistemin içerisine sıkışan basit reform çağrıları ile sınırlı kalmaktadır. Bu çağrı ve eylemler önemli olmakla birlikte doğal ve toplumsal yıkımın gerçek sebeplerine yönelmediği için ne yazık ki sorunun çözümüne uzak kalmaktadır.
Oysa kapitalist üretim, yapısı gereği bu yıkımı devam ettirmek ve sonuna kadar götürmek durumundadır. Ondan barışçıl ve insancıl bir açılım beklemek fazlasıyla naif ve karşılıksız bir beklenti olacaktır. Üretici güçlerde yaşanmakta olan teknolojik bir devrimin arifesinde dünya halkları toplumsal bir devrimin hazırlanması durumu ile yüz yüzedir. Sosyalizm talebi insanın kazmayı toprağa vurduğu gün başlayan, insanın doğa ve insanın insanla savaşını sona erdirme, kendisi ve doğayla barışması talebidir. Yapısı gereği yağma, yıkım ve sömürüden beslenen kapitalist sistemden kendisini sonlandıracak adımları atması beklenmeyecekse bu tartışma kaçınılmaz olarak devrim tartışmasına döner. Üretimin karakterini değiştirmeyi hedefleyen bir devrim tartışması, sınıf devrimi tartışmasını ve elbette ki sınıf iktidarı tartışmasını beraberinde getirir. Verili sistem içerisinde devrimci durumlar vaaz etmek fazlasıyla ütopik kalacaktır. Esas olan, yok oluşun karşısında doğanın ve insanlığın kurtuluşunu sağlayacak olan sosyalizmdir.
*Ya sosyalizm ya barbarlık