Eren Keskin, Türkiye’nin ‘umut hakkı’ düzenlemesini yapmasının hukuki bir yükümlülük olduğunu belirterek, bunun bireysel dosyalarla sınırlı olmadığını; siyasi iradenin pratik adım atmasını gerektiren bir insan hakları meselesi olduğunu vurguladı
Avukat ve İnsan Hakları Savunucusu Eren Keskin, Türkiye’nin “Umut hakkı” düzenlemesini bir lütuf gibi sunmasının hukuki gerçeklikle bağdaşmadığını belirtti.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf olan Türkiye’nin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarını bağlayıcı kabul ettiğini hatırlatan Eren Keskin, “Türkiye bu konuda mahkum edilmiş bir devlettir. Umut Hakkı düzenlemesi, sadece Sayın Öcalan için değil, cezaevinde olan birçok mahpus için geçerli bir hak. Bu düzenleme yapılmak zorunda” dedi.
Eren Keskin, sürecin iç dinamiklerle değil, dış baskılarla şekillendiğini ve siyasi iradenin bu konuda sessiz kaldığını ifade etti.
‘Türkiye bunu yapmak zorunda’
Eren Keskin, Umut hakkı düzenlemesinin Türkiye açısından hukuki bir zorunluluk olduğunu vurgulayarak şunları söyledi:
“Bir kere her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki, umut hakkı düzenlemesi Türkiye’nin yapacağı bir lütuf değil; Türkiye Cumhuriyeti devleti için bir zorunluluk. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin tarafı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığını kabul etmiş bir devlet.
AİHM de üye devletlere umut hakkı düzenlemesi yapmaları konusunda bir çağrı çıkartmış durumda. Türkiye, bu konuda yapılan başvurularda -başta Öcalan dosyası olmak üzere- başka dosyalarda da mahkum edilmiş bir devlet.
Yani Türkiye, altına imza attığı sözleşmeler gereği ve uluslararası hukukun Anayasa’nın 90. maddesinde iç hukukun bile üzerinde kabul edilmesi gerçeği karşısında bu düzenlemeyi zaten yapmak zorunda.
Bu nedenle tartışmanın ‘yapsın mı, yapmasın mı’ diye gelişiyor olması saçma. Türkiye bunu yapmak zorunda ve sadece Sayın Öcalan değil, birçok mahpus zaten bu umut hakkından yararlanacak. Çünkü ne diyor AİHM? Bir insanın ölünceye kadar cezaevinden çıkamayacağı fikrine sahip olmasını bir işkence olarak değerlendiriyor. Umut hakkı budur.
Bunun düzenlemesini yaparsınız; bu özgür bırakmak da olabilir, ev hapsi de olabilir, denetimli serbestlik de olabilir -her şey olabilir. Umut hakkı diye bir düzenlemeyi yapmak zorunda Türkiye. Bu nedenle tartışmanın yanlış bir yerden yapıldığını düşünüyorum.
Türkiye’ye sürekli süreler veriliyor
Bunun dışında, uluslararası kurumların maalesef siyasete alet olduğunu görmek de son derece üzücü. Avrupa Parlamentosu’nun ve Avrupa Konseyi’nin yapması gereken şey, Türkiye’ye ‘Bu düzenlemeyi bir an önce yapmalısın’ demekken, bunun yerine Türkiye’ye sürekli süreler veriliyor, süreç gösteriliyor.
Bu, bence süreçle de bağlı değil. Yani bu süreç olsa da olmasa da Türkiye Cumhuriyeti devleti umut hakkını düzenlemek zorunda. O nedenle tartışmanın bu yönde yapılması gerektiğini düşünüyorum açıkçası.”
‘Bir cümleyle bile yapılabilecek bir düzenleme’
Eren Keskin, siyasi iradenin umut hakkı konusundaki sessizliğine dikkat çekerek, hukukun siyaset üstü bir sorumluluk olduğunu hatırlattı:
“Türkiye için zorunlu olan bir düzenleme olmasına rağmen, ben ne Adalet Bakanı’nın konuşmalarında ne de genel olarak siyasetin dilinde umut hakkına yönelik -Bahçeli’nin açıklaması dışında- net bir açıklama duymadım açıkçası. Ama dediğim gibi, hukuk halkın siyasi bakışına ya da siyasete ilişkin düşüncelerine göre oluşturulacak bir şey değil. Siz uluslararası bir mekanizmanın tarafıysanız, bunu da halka anlatmak zorundasınız: ‘Biz bunu yapmak zorundayız’ diye.
O nedenle yapılması gereken budur. Umut hakkı düzenlemesi çok basit bir düzenleme. Yani bir cümleyle bile yapılabilecek bir düzenleme. Çok kolay; bunu yargı paketiyle de geçirebilirler. Ama bugüne kadar ben bunu duymadım.
Bir de şunu söylemek gerekiyor: Bizim coğrafyamızda maalesef devletin yürüttüğü bu süreç, aslında dış dinamiklerin zorunlu kıldığı bir süreç. Yani iç dinamiklerin yüksek sesle böyle bir talebi yok. Kürtler, Kürt hareketi, bazı sosyalist kesimler, kadın hareketi ve bazı sendika hareketleri dışında barışı yüksek sesle talep eden bir siyasi muhalefet yok. Sorun burada zaten.
Yani süreç, dinamiklerle değil, dış dinamiğin zorlamasıyla başlamış bir süreç. Özellikle Rojava gerçeği var. Bütün bunları birlikte değerlendirmek gerekir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Rojava’da Kürtlerin bir güç olarak var olmasını engellemeye çalışıyor. Bu sürecin başlamasının nedeni de ‘Bizimle anlaşın, İsrail, Amerika devreden çıksın, biz halledelim’ diye başlamış bir süreç. O zaman bunun gereklerini yerine getireceksiniz.
Örneğin, umut hakkı dediğim gibi zaten bir lütuf olarak yapılacak bir şey değil; bir zorunluluk. Sürece halkın güvenini sağlamak açısından da bu sadece bu düzenleme değil, mesela ‘Terörle Mücadele Yasası’nın kaldırılması, İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının derhal uygulanarak tüm siyasi mahpusların serbest bırakılması, hasta mahpusların serbest bırakılması, infaz yasasında eşitlik ilkesinin gündeme getirilmesi ve İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönülmesi gibi adımlar atılmalıdır.
O kadar çok şey var ki yapılacak. Ama bütün bunların birlikte değerlendirilmesi gerekir. Bunlar bir süreç gerektirebilir ama umut hakkı için bana göre bir süreç yok. Çünkü Türkiye, bu davalarda zaten mahkum olmuş bir devlet ve bunu yapmak zorunda.”
‘Pratikte bu adımın derhal atılması lazım’
Eren Keskin son olarak, siyasi iradenin pratik adım atmaması halinde söylemlerin anlamını yitireceğini de belirterek şunları söyledi:
“Hükümetin küçük ortağı falan deniyor, ittifakın bir parçası deniyor. Ne derseniz deyin ama Bahçeli’nin devletin ta kendisi olduğunu düşünüyorum. Yani Bahçeli bir şey söylüyorsa, devlet söylüyor demektir.
Bahçeli bunu ara sıra söylüyor, dillendiriyor ama gerçek anlamda bir umut hakkı düzenlemesini isterlerse yaparlar. Dediğim gibi, bu çok basit. Yani Bahçeli’nin bunu sürekli söylemesi değil; bir saatlik bir düzenlemeyle de yapmaları gerekiyor. O nedenle, söz değil; bence pratik önemli. Pratikte bu adımın derhal atılması lazım.”
Kaynak: ANF









