Türkiye, tarihinin en kritik meselelerinden biriyle, Kürt sorunu ve onun etrafında şekillenen toplumsal barış süreciyle karşı karşıyadır. Yıllardır süregelen çatışmalar, acılar ve kayıplar, artık bu sorunun kalıcı bir çözüme kavuşturulmasını zorunlu hale getirmiştir. Ancak çözümün gerçekten barışçıl ve sürdürülebilir olabilmesi için, müzakere koşullarının adil ve eşit olması gerektiği gerçeğini görmezden gelmek mümkün değildir.
Türkiye Cumhuriyeti devleti ile Abdullah Öcalan arasında yürütülen görüşmeler, her iki tarafın da büyük sorumlulukla hareket etmesini gerektirmektedir. Barış, ancak samimi ve karşılıklı güvene dayalı bir süreçle inşa edilebilir. Ne var ki, şu anki şartlar, bu güveni zedeleyen, hatta süreci daha başından çıkmaza sürükleyen bir dengesizlik yaratmaktadır. Devlet tarafı, tüm olanaklarıyla, danışmanları, strateji ekipleri ve kurumsal kapasitesiyle müzakere sürecini şekillendirebilirken, Öcalan ise İmralı’da ağır tecrit altında, iletişim kanallarından yoksun bir şekilde bu süreci yürütmeye zorlanmaktadır. Bu koşullarda müzakerelerin adil bir zeminde ilerlemesi nasıl beklenebilir?
Tarihe baktığımızda, dünya genelinde büyük toplumsal barış süreçlerinin hiçbirinin bu şekilde gerçekleşmediğini görebiliriz. Güney Afrika’da Nelson Mandela, barış sürecine dahil edilmeden önce yalnızca özgürlüğünü değil, hareketiyle doğrudan temas kurabilme imkanını da kazanmıştı. Aynı şekilde, İrlanda barış sürecinde Sinn Féin ve IRA liderleri, müzakere süreçlerinde doğrudan örgütleriyle iletişim halinde hareket edebildiler. Peki Türkiye’de neden farklı bir yöntem dayatılıyor? Barış süreci neden tek taraflı bir iradeye mahkûm edilmek isteniyor?
Burada kritik nokta şudur: Gerçek bir barış, yalnızca adil müzakere koşullarıyla sağlanabilir. Abdullah Öcalan’ın, örgütün diğer lider kadrolarıyla, halkıyla ve tabanı ile doğrudan iletişim kuramaması, süreci doğrudan sakatlayan bir faktördür. Bugüne kadar barış süreçleri hep eksik ve tek taraflı ilerlediği için kalıcı sonuçlar doğuramamıştır. Oysaki Öcalan’ın hareketi yönlendirme gücüne sahip olduğu herkesçe bilinmektedir. Silahlı mücadele kararı bile kongrelerde, konferanslarda alınmışken, şimdi barış gibi tarihi bir meselede onu yalnızlaştırmak, çözümü imkânsız hale getirmek değil midir?
Ayrıca, sürecin sağlıklı işlemesi için Öcalan’ın sadece hareketiyle değil, kamuoyuyla da doğrudan temas edebilmesi gerekmektedir. Türkiye toplumu, barışın ne anlama geldiğini doğrudan onun ağzından dinleyebilmeli, sürecin şeffaf bir şekilde ilerlediğini görebilmelidir. Ancak bugün Öcalan’a uygulanan ağır tecrit, sadece onu değil, aynı zamanda barış umudunu da tecrit altına almaktadır. Bu durum, çözüm arayışlarının inandırıcılığını zedelemekte, sürecin samimiyetine dair büyük soru işaretleri doğurmaktadır.
Barışın sağlanması için önce bu temel sorulara cesaretle yanıt verilmelidir: Gerçekten bir çözüm isteniyor mu? Eğer isteniyorsa, neden çözüme ulaşacak araçlar engelleniyor? Neden müzakere koşulları eşit hale getirilmiyor? Eğer Türkiye, Kürt sorununu gerçekten çözmek, savaş ve çatışma ortamını sonsuza dek bitirmek istiyorsa, ilk ve en önemli adım, Abdullah Öcalan’ın fiziki özgürlüğünün sağlanması ve müzakere sürecinde gerçek bir muhatap olarak yer almasına izin verilmesidir.
Unutulmamalıdır ki barış, tek taraflı talepler ve dayatmalarla değil, ancak ortak irade ve eşit koşullarda yapılan görüşmelerle mümkündür. Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit kaldırılmadan, onun hareketiyle, halkıyla, temsil ettiği milyonlarla temas kurması sağlanmadan barışın sağlanmasını beklemek, bir yanılsamadan ibarettir. Eğer gerçekten tarihi bir barış hedefleniyorsa, önce müzakere masası adil hale getirilmelidir. Ancak o zaman, Türkiye’nin demokratikleşmesi, emperyalist müdahalelere kapalı hale gelmesi ve iç barışın tesis edilmesi mümkün olacaktır.