Türkiye’de Kürt meselesinin çözümü ne bir ütopya ne de yalnızca teknik bir reform paketidir. Çözüm, tarihsel bir yüzleşmeyi, hukuki bir yeniden yapılanmayı ve toplumsal bir dönüşümü zorunlu kılmaktadır. Eğer TC Devleti, 100 yıllık inkar ve bastırma siyasetini aşmak istiyorsa, gerçek bir zihniyet değişimi yaşamalı
Sinan Cudi
Türkiye’deki Kürt meselesi, Cumhuriyet rejiminin kurucu mantığının ürettiği siyasal, hukuki ve toplumsal bir çatışma alanıdır. Bu çatışma alanı zamanla güvenlikçi tedbirlerle baskılanmış ve hiçbir zaman kalıcı bir çözüm eksenine oturtulmamıştır. Bugün gelinen noktada ne inkâr politikalarının ne de entegre asimilasyon stratejilerinin başarılı olamadığı görünüyor.
Bu bağlamda “eşit yurttaşlık” ilkesi, çözümün temel ekseni olarak tartışmamızın temel ekseni olabilir. Kürtlerin TC içinde eşit yurttaş olarak tanınması, salt bireysel haklarla sınırlı bir düzenlemeyle sağlanamaz. Çünkü Kürt meselesi, tarihsel, kolektif ve yapısal bir dışlanmanın ürünüdür. Bu nedenle çözüm de kolektif bir tanımayı ve anayasal düzeyde kurumsal güvenceleri zorunlu kılar.
Örnek olarak, İspanya’daki Bask ve Katalan bölgeleri, yerel öz yönetim yapıları, bölgesel parlamentoları ve dilsel-siyasal özerklikleriyle merkezi yapıyla bir çatışma yaşamadan varlıklarını sürdürebilmiştir. Türkiye’de ise Kürtlerin anadilde eğitim, yerel yönetim yetkileri ve kültürel özerklik talepleri “bölücülük” kategorisine sokulmuştur. Oysa bu talepler, üniter devlet yapısına zarar vermeyen, farklılıkların anayasal düzeyde tanındığı modellerde (örneğin Kanada’da Quebec) başarıyla uygulanmaktadır.
Anadil meselesi, Kürt meselesinin görünür yüzlerinden biridir ancak asla tek başına çözümün anahtarı değildir. Yine de simgesel ve pratik etkisi büyüktür. Anadilde eğitim hakkı, pedagojik gereklilikler bir yana, kolektif kimliğin devlet tarafından meşru görülmesinin de bir göstergesidir.
1991’de Kürtçe üzerindeki yasal yasakların kaldırılmasıyla başlayan süreç, özel televizyonlar, seçmeli dersler ve üniversitelerde bölümler açılmasıyla şeklen de olsa devam etti. Ancak bu haklar anayasal güvenceye kavuşturulmadığı ve sistematik olarak kriminalize edildiği için etkisizleşti. Kürtçe eğitim veren okul açma girişimleri idari kararlarla engellendi. Aynı şekilde Kürtçenin kamusal alanda resmi statüde tanınması, örneğin belediye hizmetlerinin çok dilli sunulması, adliyelerde çeviri hakkının genişletilmesi gibi uygulamalar, halkın güvenini artıracaktır. Almanya’daki Türkçenin yerel yönetimlerde kullanımı, Fransa’da Korsikaca’nın sınırlı düzeyde kabulü bu tür uygulamalara örnektir.
Tabii ki en önemli noktalardan biri de Kürtlerin siyasal sistemdeki temsilidir. Seçilmiş Kürt siyasetçilerin tutuklanması, belediyelere kayyum atanması ve Kürt siyasal partilerinin kapatılma tehditleri, Kürt halkı ile siyasal sistem arasında onarılamaz bir güvensizlik doğurmuştur.
Bu noktada bireysel haklar kadar Kürtlerin kolektif temsil haklarından da söz edilmelidir. Siyasal temsilin yalnızca meclis koltuğu kazanmakla sınırlı olmaması gerekir. Kürt siyasi aktörlerinin, Kürt halkının taleplerini savunduğu için kriminalize edilmesi, eşit yurttaşlığın önündeki en büyük engeldir.
Yerel özerklik modelleri, bu sorunun yumuşatılması için önemli bir alan açabilir. Demokratik özerklik perspektifi, merkeziyetçilikle federatif kopuş arasında bir denge kurmayı mümkün kılar. Bu model, merkezi yapıyı zayıflatmak yerine, onu daha kapsayıcı hale getirir.
Toplumsal barışın kurulması ise bambaşka bir konu. Yalnızca hakların tanınması yetmez, geçmişin inkâr edilmeden kabul edilmesi de gerekmektedir. Dersim 1938, Zilan 1930, 1990’lardaki zorunlu göç ve köy yakmalar gibi olayların açık biçimde devlet tarafından tanınması, bu konuda özür dilenmesi ve bir tür “toplumsal hafıza restorasyonu” gerçekleştirilmesi gerekir.
Güney Afrika’daki Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, Kolombiya’daki silahlı gruplarla yapılan barış sürecinde tanıklık dinlemeleri gibi örnekler, toplumun da travmatik geçmişle yüzleşmesini sağlar. Türkiye’de böyle bir mekanizma hiç işletilmedi. Bu nedenle Kürtlerin “adalet” duygusu hala sağaltılmamıştır.
Eşit yurttaşlık, ortak bir aidiyet duygusunun, karşılıklı empatiyle yeniden inşa edilmesidir. Bu ise ancak kültürel, sanatsal ve sivil etkileşim kanallarının açılmasıyla mümkündür. Medyada Kürtlerin temsili, eğitim müfredatındaki çoğulculuk ve toplumsal hafızaya dair projeler bu anlamda kilit role sahiptir.
Örneğin Türkiye’de hala tarih kitaplarında Kürt isyanları “şaki” hareketi olarak tanımlanmakta, Kürtler “dağ Türkü” olarak anılmakta ya da hiç görünmemektedir. Bu inkarın devamı anlamına gelir. Kürtlerin kültürel ve tarihsel varlığı, toplumsal belleğin ve eğitim sisteminin asli bir parçası haline gelmelidir.
Bugün Türkiye’de Kürt meselesinin çözümü ne bir ütopya ne de yalnızca teknik bir reform paketidir. Çözüm, tarihsel bir yüzleşmeyi, hukuki bir yeniden yapılanmayı ve toplumsal bir dönüşümü zorunlu kılmaktadır. Eğer TC Devleti, 100 yıllık inkar ve bastırma siyasetini aşmak istiyorsa, gerçek bir zihniyet değişimi yaşamalı. Eşit yurttaşlık, devletin tekelinde olmayan, toplumun farklı kesimlerinin hak eşitliği temelinde buluşabildiği bir toplumsal sözleşmenin ifadesi olmalıdır.