Öğrencilerin boykot etkinliklerine destek verdiği için okula girişi 5 yıl boyunca yasaklanan Akademisyen Doç. Dr. Esra Mungan, ‘Direnişimiz onlara dert olsun’ diyerek, ortaya konulan direnişe dikkat çekti
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun 19 Mart 2025’te gözaltına alınıp tutuklanmasının ardından Türkiye’nin birçok yerinde ve çok sayıda üniversitede, sokak ve boykot eylemleri başladı. İstanbul Üniversitesi ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) öncülüğünde birçok üniversite kampüsü yıllar sonra ilk kez protestolara sahne oldu. Öğrenciler, Saraçhane eylemlerine katılmanın yanı sıra okulda dersleri ve akademik eğitimi boykot ederek hükümeti istifaya çağırdı. Bu süreçte, Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden biri olarak kabul edilen Boğaziçi Üniversitesi de protestoların merkezlerinden biri oldu. 2021 yılında önce Prof. Dr. Melih Bulu’nun, ardından Prof. Dr. Naci İnci’nin AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından rektör olarak atanması ile okulda başlayan protestolar ise hala sürüyor. Neredeyse 5 yıldır devam eden eylemler süresince birçok kez öğrencilerin ve akademisyenlerin üniversiteye girişi engellendi; akademisyenlerin iş akdi iptal edildi. En son 27 Mart’ta, öğrencilerin boykot etkinliklerine destek verdiği gerekçesiyle emekli akademisyen Doç. Dr. Esra Mungan’ın okula girişi 5 yıl boyunca yasaklandı. Mungan, okula giriş yasağına, akademilerin mevcut durumuna ve öğrenci eylemlerine konuştu. Esra Mungan’ın söyleyişinin tamamı şöyle:
*Akademik boykota destek verdiğiniz gerekçesiyle Boğaziçi Üniversitesi’ne girişiniz yasaklandı. Bu kararı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu kararla kayyum yönetimi çok gülünç bir duruma düştü. Çünkü ortada 5 yıllığına pasif hale getirilebilecek bir kart yok. Aralık 2024’te tam 22 yıl çalıştığım ve normal koşullarda yaştan emekliliğime kadar daha 13 yıl ve hatta sonrası da çalışmayı hayal ettiğim üniversitemden ayrıldım. Ayrılma nedenim, özellikle Ocak 2021’den sonra tam bir siyasi çökme operasyonu görüntüsü sunan beterliklerin üniversitemde, insandaki bilimsel üretim ve yaratma enerjisini, bir kenenin kan emmesi gibi yok eden toksik ortamda daha fazla kalmak istemeyişimdi. Bu kararı almam yaklaşık iki yılımı aldı. Herhangi bir üniversitede bırakın bizdeki gibi 5. yılına giren bir direniş, kanımca bir en fazla iki yıl boyunca güçlü bir direniş sürdürülebilir, sonrasında ne yazık ki kimi tavizler ortaya çıkar ve direnişin gücü zayıflar. Üniversitemizde bunun, henüz az da olsa emarelerinin ortaya çıkması benim kaldırabileceğim bir şey değildi.
Şubat 2024’ten beri tam da bu toksik ortama karşı verdiğimiz mücadelenin bir parçası olarak “Direnen Akademi”yi kurduk. Bu yapının amacı artık üniversitelerde kökü kurutulan özgür akademik düşünceyi dışarıya, kamusal alana taşırmaktı. Ayrıldığımda, üniversiteme tekrar özgürleşene kadar adım atmama yeminim vardı. Ama psikoloji öğrencileri 27 Mart günü benimle güney meydanda buluşmak ve fakültemizin ve bölümümüzün geçmişini konuşmak istediklerini söyleyince, yeminime rağmen onların bu arzusunu kırmama kararı aldım. Olağanüstü koşullar söz konusuydu, gençliğin, çalınan geleceği için hareketlendiği ve anayasal hakkını kullanarak sokağa çıktığı bir ortamdı. Onlara eşlik etmek istedim.
*Olmayan kartınızın iptal ediliş süreci nasıl gelişti?
Kurumdan emekli olarak ayrıldığımda akademik giriş kartımı elimden aldılar, oysa bu asla yapılmazdı. Emekli hocalarımızın her zaman kampüse gelmesi mümkündü; öyle ki 70, 80, hatta 90 yaşlarında bile kampüse gelip öğle yemeği yiyebiliyor, eski dostlarıyla ve daha genç kuşakla sohbet etme imkanı bulabiliyorlardı. Kartımı mahcubiyet içinde alan personeldeki arkadaşlar bana mezun kartı çıkarabileceğimi önerdi ancak bunu reddettim. Çünkü beni 4 yıllık Boğaziçi Üniversitesi lisansı değil buradaki 22 yıllık akademisyenliğim tanımlıyor. Ayrıca sakıncalı gördükleri tüm mezun kartı sahiplerinin de kartlarını istedikleri an askıya alıyorlar. Bu keyfi uygulamaya karşı açılan tüm davalar kazanılsa da tekrar tekrar, adeta hukuk sistemiyle alay edercesine kartları askıya almaya devam ediyorlar. Sonuç olarak ben o gün, kapıdan ziyaretçi olarak dahi alınmadım. Kayyum, yine keyfi bir kararla ziyaretçi girişlerini de askıya almıştı.
Öte yandan öğrenciler güney meydanda bekliyordu. Dolayısıyla ‘müşterek hayal gücümüzü kullanarak’ diyelim kampüse bir şekilde girebildik ve bir buçuk saatlik çok keyifli, çok kalabalık bir buluşma gerçekleştirdik. Ardından öğrenciler bana bir demet kırmızı karanfil verdi ve elimde o güzelim karanfillerle daha önce geri çevrildiğim kapıdan bir psikoloji öğrencisiyle sohbet ede ede çıktım. İşte o an güvenliğin kadrajına girmiş olmalıyım ki eve vardığımda eski sendikamdan tüm güvenlik birimlerine yollanan o pespaye yazıdan haberdar oldum. Yazının içeriği trajikomikti çünkü, dediğim gibi, ortada herhangi bir giriş kartı yok ki 5 yıllığına pasif hale getirilsin. Ayrıca haliyle ne bedenimizi ne fikirlerimizi ne hayal gücümüzü ne de ortak yaratıcılığımızı değil 5 yıllığına bir ömür boyu pasif hale getirebilirler; bu da onlara dert olsun.
*Hakkınızdaki yazıda, ilgili tarihte “Güney Kampüs meydanında öğrencilerin izinsiz olarak gerçekleştirdiği eylem ve gösterilere katıldığı” ifadesi yasak kararına gerekçe olarak sunuluyor. Bu karara ilişkin hukuki bir girişiminiz olacak mı?
Boğaziçi akademisyenleri olarak sürecin başından beri kayyum yönetime karşı açtığımız 200’ün üstünde dava var. Bizlere karşı ve kurumumuza yönelik tüm ihlalleri düzenli olarak raporluyor, kamuoyuyla paylaşıyoruz ve ayrıca bunlara karşı tek tek davalar açıyoruz. Sonuçlanan davaların büyük çoğunluğunu da kazanıyoruz, ancak mahkeme kararları uygulanmıyor. Buna tabii ki şaşırmıyoruz çünkü ülkemizde bırakın siyasetçilerin, alt mahkemelerin bile artık Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) kararlarını tanımadığını, bunun yeni bir normale dönüştürüldüğüne hep birlikte tanık olduk. Üniversitemizin güvenlik birimine giden bu yazıda kendilerince bir tehditte bulunuyorlar ama bu yazı gelir gelmez birlikte çalıştığımız avukatlar ekibiyle ihtiyaç duyduğum takdirde derhal karşı dava açma yoluna gidebileceğiz.
*Yaşananlara ses çıkaran herkesin cezalandırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Özellikle akademiye dönük baskılar Barış Akademisyenleri sürecini hatırlatıyor. O gün yaşananların bugüne etkisi oldu mu?
2016 Ocak ayında Türkiye genelinde 105 farklı üniversiteden 2 bin 212 akademisyenin imzaladığı “Bu Suça Ortak Olmayacağız” barış bildirisinin imzacılarının yüzlercesi, tümüyle mesnetsiz ve hukuksuz bir şekilde iki elin parmağını bulmayan birkaç özerk üniversitenin dışında işlerinden çıkarıldılar ve hatta KHK’larla hayatları derdest edildi. Buna fırsat tanıyan olay ise 15 Temmuz 2016’da ne olduğunu devletin derin oluşumları dışında kimsenin bilmediği, göz göre göre toplumun geniş kesimlerinin yoğun eleştirilerine rağmen AKP iktidarının en önemli ortağı Fethullahçılar hareketiyle bağlantılı olduğu düşünülen kanlı olayın ardından ilan edilen OHAL rejimi oldu. Eğer bu akademisyenler hala üniversitelerde olsaydı, İstanbul Üniversitesi’nden diplomalı Ekrem İmamoğlu’nun diploması iptal edildiğinde sadece o üniversitenin öğrencileri değil o üniversitenin öğretim üyeleri de Vezneciler’den yürüyecekti. O açıdan bugün 207 itaatkar üniversite ve içlerinde barındırdıkları ezici çoğunluğu suskun, boyun eğmiş öğretim elemanları hiç şaşırtmıyor. Belki de o meşum 2016 sonrası süreçte barış imzacısı akademisyenlerine dokunmayan nadir üniversitelerden biri olduğumuz için Ocak 2021’de tepeden inme rektör koltuğuna oturtulan Melih Bulu’ya karşı tüm üniversite bileşenleri olarak (öğrenciler, akademisyenler, sendika ve mezunlar) böylesi hızlı, kolektif ve güçlü bir karşı direnişe geçebildik.
*Öğrencilerin eylemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eğer bir ülkenin gençlerinin yüzde 80’ine yakını ülkeyi terk etmeyi düşünüyorsa bu bir ülke için olabilecek en büyük felakettir. Kamu kaynağı ile onca yetişen hekim, mühendis, eğitimci, tam da çalışmaya başlayacakları en verimli dönemlerinde kalabalık gruplar halinde soluğu yurtdışında almaya başladı. Yani Türkiye kamusunun finanse ettiği eğitimin meyveleri yurtdışındakilere tepside sunulmakta. Bu bir ülkenin geleceğine kastetmektir.
Bir üniversite hocası olarak öğrencilerle çok yoğun bir temasınız oluyor. Geçen sene son sınıfların bir dersini verirken ara ara türlü konuları sohbet etmek üzere buluştuğumuzda bana böylesi emekle girdikleri kurumda tepeden inme gelen vasıfsız hocalara karşı olan kızgınlıklarını, yüksek not ortalamalarıyla mezun olduklarında bile 70-80 iş başvurusu yaptıklarında dahi, bilinmez algoritmalarla, daha herhangi bir sözlü veya yazılı sınava giremeden önden elenebildiklerini söylediler. Bu benim kuşağımda hatta benden yarım kuşak sonrası için asla böyle değildi. Bizler üniversitelerden mezun olduğumuzda ülkemizde genellikle hak ettiğimiz, arzu ettiğimiz işlerde çalışabiliyor, katkı sunabiliyorduk. Bir ev sahibi dahi olabileceğimizi, en azından kiranın altından kalkabileceğimizi, karnımızı doyurabileceğimizi ve kültürel etkinliklere nispeten rahatça katılabileceğimizi biliyorduk. Tabii ki tepki verecekler. Şu an olanlar illa ki olacaktı kanımca, sadece ne zaman olacağını bilmiyorduk.
Sanırım bir insanın diplomasının bir tek adamın kararıyla iptali, bardağı taşıran son damla oldu çünkü bu basitçe şu demektir, bir gün böylesi ağır emek ve bedellerle üniversite okumuş, diplomasını almış herkes bir anda güç sarhoşluğuna düşmüşlerin kararıyla diplomasız bırakılabilir. Fransız Devrimi de biliyoruz ki, 14. Louis’nin “Devlet benim” sözü ile özetlenebilecek baştan aşağı keyfi, akıl dışı ve adaletsiz, vicdansız hükmedişinin sonucu ortaya çıktı. Başlangıç noktası sivil demokrasiyi getirmek değildi büyük olasılıkla, çok daha organik ve haklı bir “artık yeter” noktasından patladı.
Bu koşullarda bir gençten hiçbir şey olmamış gibi susup yoluna devam etmesini beklemek en hafif deyimiyle utanç vericidir. Gençlik şu an çok haklı olarak “şiddet varsa, ders yok, boykot var” saikiyle kamusal alanda, anayasal hakkını kullanıyor ve polisten şiddet gördükçe de büsbütün tepkisini yine anayasal hakları çerçevesinde kullanıyor. Öte yandan biliyoruz ki şu an tüm üniversitelerde öğrencilere ve akademisyenlere susmalarına yönelik disiplin soruşturması ve adli ceza süreçleriyle tehdit eden talimatlar yağıyor.
*Öğrencilerin eylemleri, Gezi Parkı direnişiyle karşılaştırılabilir mi? Siz bir benzerlik kuruyor musunuz?
Bu benim de kafamı çok meşgul eden bir soru. Bence bir yandan kimi benzerlikler olsa da çok önemli farklar var. Siyaset bilimci değilim ama toplumsal meseleleri kendine dert edinen biri olarak gözlemim şu ki Gezi başından itibaren kitlesel bir direniş olarak başlamadı. Direnenler ilk başta sadece çevreci hareket, kadın ve LGBTİ+ hareketiydi ve tabii ülkede çoğulcu bir demokrasi için mücadele edenlerdi, yani zaten türlü mücadelelerin içinde olanlardı. Adım adım ülkenin dinselleşmesi, adım adım iktidarı elinde tutanların artan kibri, kadınların kaç çocuk doğuracağını, doğumlarını nasıl yapacaklarını, LGBTİ+’lara ve kadınlara yönelik artan ve cezasız bırakılan, hatta yer yer özendirilen şiddetin bunda yoğun katkısı vardı.
Öte yandan ülkenin ekonomisi gayet iyi görünüyordu. Batı ülkeleri de son derece Erdoğan taraftarı söylemlerin içindeydi. Ama toplumun asıl kitlesi olan, nasıl adlandıracağımı bilemiyorum, daha “yurdum insanı” halkın sokağa çıkışı zabıtaların, çevrecilerin çadırlarını yakmasıyla oldu. Orada öylesi vicdansız bir durum oldu ki en sonunda o esas kalabalık kitleler, futbol taraftarları vs. de Gezi’ye aktı ve derken çok kısa bir süre içinde olay bir parkı korumaktan ülkenin 81 ilinin 80’inde patlayan bir “artık yeter” hareketine dönüştü.
Gezi yaklaşık üç hafta sürdü dense de o dönemin henüz o raddede otokratikleşmemiş ve despotlaşmamış ortamında çok ilginç bir forum hareketi başladı. Artık park çitlenmişti ama kentlerin çeşitli açık alanlarında birbirinden ilginç ve besleyici açık hava forumları yapıldı. Bu forumlardan ülkenin türlü meseleleri masaya yatırıldı, farklı görüşler çarpışabildi, birbirine saldırmadan farklı görüşler dinlenebildi. Bir şekilde herkesin birbirinden bir şeyler öğrenebildiği bir dinamik oluştu. Seçim sandıklarının güvenliğini koruma ise bana göre Gezi direnişinin kritik çıktılarından biri oldu, o açıdan Oy ve Ötesi gibi oluşumlar eşsiz değerde katkı sundu.
*Peki bugün?
Bugün olanı daha farklı görüyorum. Artık herkesin, hatta bir dönem AKP’ye oy vermiş kesimlerin bile uzun yıllardır bam tellerine dokunan, dudak uçuklatıcı “faiz neden, enflasyon sonuç” laflarıyla iyice berbat edilen ekonomi, artık hiçbir şeyin öngörülemediği, geçmiş enflasyonist dönemlerden farklı olarak ücretlerin kasti olarak çarpıtılmış bir enflasyon oranı üzerinden güncellendiği, böylece halkın alım gücünün yıl be yıl düştüğü, öte yandan gücü elinde tutanların saraylarda, malikanelerde büyük bir lüks ve israf içinde yaşadığı yılları yaşadık, yaşıyoruz. Korkunç insan hakları ihlallerinden, adaletin yerle bir edilişinden, yargı sisteminin bariz bir şekilde güç sarhoşluğuna düşmüşlerin etkisi altına girmesinden bahsetmiyorum bile.
Bu sefer zaten sokağa çıkmaya alışkın ve belirli mücadele hatları olan kesimlerin dışında geleceği çalınan “yurdum insanı” gençler sokağa çıktı, korkunç bir yoksullaşmaya ve onursuz yaşama mahkum edilen “yurdum insanı” emekliler sokağa çıktı, çocuklarının geleceğinden korkan yine “yurdum insanı” orta yaş kuşağı sokağa çıktı. Yani herkes sokağa çıkıp “artık yeter” diye haykırdı. Tam da onun için biz zaten sokağa çıkan, memleket meselelerini her daim dert etmişlerin bazen irkilebildiği sloganları da işitiyoruz. Ama kamusal alanlar, bu karşılaşmalar, her daim “karşılıklı birbirinden öğrenmenin” potansiyelini de taşıyan alanlardır. Ona güvenmek istiyorum. Nihayetinde toplumsal olan, içkin olarak dinamiktir, hemen yargılamamak gerek diye düşünüyorum. Çünkü hakikaten artık yeterdi! Kim bilir, belki Batı dünyası bizdeki 22 yıllık gidişatı hatırlatan girdaba doğru girerken o girdaptan ilk çıkış biçimi de belki yine bizim ülkemiz öncülüğünde olur. Bunun ihtiyatlı hayali bile heyecan veriyor.
*Son olarak neler söylemek istersiniz?
Hayalim, bu keyfi, hoyrat, despotizm kokulu rejimlere karşı tüm dünyada faşizmin değil hayal gücünün ve yaratıcılığın baskın gelebilmesidir. Ben bilinen klasik yöntemlerle (imza metinleri, basın açıklamaları vs.) değil çok daha kıvrak, dibine kadar barışçıl, yer yer alay edebilen, Socrates’in bahsettiği gibi bir sineğin o güçlü atın hayatını dar edebilmesi gibi yöntemlerle bir direnişin örülmesi gerektiğini düşünüyorum. O açıdan Gezi çok ilham vericiydi ama eksikti. Belki şimdiki direnişte, en azından onca şeyi yaşamış ve çokça şeyi de öğrenmiş memleketimde bunun filizlerini görürüz.
Söyleyişi: Yeni Özgür Politika / Selim Sontay